21 Kasım 2015 Cumartesi

ADIM

Kirpikleri bir deli misali
Bir iniyor bir çıkıyor gibi.
Gözlerinde şehrin tüm pususu,
Alnında bir kaç kırışık, oldukça düşünceli.

Sanki taze bir ekmeğin suya düşüşü gibi
Bir dominonun tüm taşları devirişi gibi…
Zihnindeki tek bir adım,
Düşmeye yetecek  tüm çabalardan alaşağı.
Çekiyor aşağı tüm vazgeçilmişlikler,
Çekiyor kendine tüm beklenmişlikler.
Sanki bir adım ötesi yeniden ölmek gibi.

Bir kundakta sarıp sarmalamış sabrını.
Gözleri kundakta, merhametli bakışları.
Yıllar sabrını büyütmüş ki, titriyor kolları
Düştü düşecek yitirecek yeniden umudunu.

Akıl adil bir yönetici olamadıysa,
İsyan bayrağını kaldıracaktır kalp.
Tereddüde rağmen yürek bir adım daha attıracaktır bu karmaşada,
Ve bitecektir bir hikaye böylece…
 Hiç kuşkusuz ki, yeni bir başlangıcı olmayacaktır.
Kendi kuyruğunu kovalayan bir fil gibi,
Gürültülü ve bir o kadar da tuhaf gözükecektir tükenişi.
Rast makamında kaldırılacaktır cenazesi,
Susacaktır diriler ölü gibi, konuşacaktır ölüler diri gibi.

Zeynep Büşra Yavuz

31 Temmuz 2015 Cuma

Eski Bayramlar

Nerede o eski bayramlar derdik dimi ?
Onu bile diyemez olduk işte.
Nerede arefe , bayram neşesi.
Bayram geçemiyor mu artık isimden öteye.


Rabbim ; Kalbime bir bayram sevinci
...Kurban edelim kanı aksın hüznümüzün.
Taşımayalım ; ayrılık , yalnızlık endişesi.
Bir sevgi , bir aşk lütfet ömür boyu sürsün. ''
Ersin Boztepe

5 Temmuz 2015 Pazar

Adalet Hanıma Ne Oldu?


  “Bir yerde adalet yıkılırsa, orada nizam da bozulur, ahlak da.”

  Severdik Adalet Hanımı, güçlü kadındı. Yanınızdan geçti mi heybetinden kendinize bir çeki düzen vermeye çalışırdınız. Elinde kılıcıyla cesur hatundu vesselam, haksızlığa da hiç gelemezdi, gördüğü yerde indirirdi hükmünü hatun kişi. Üstelik birde gözleri pek görmezdi. Ama dediğine göre; sürekli elinden ayırmadığı terazisi, gözlerinin vazifesini hakkıyla yapmaktaydı. Derdi ki, doğru ile yanlışı ölçmeye şu terazim yettikçe, gözlerimin yokluğunu hissetmem bile. Hakikaten de öyleydi. Senden benden iyi görürdü o gerçeği.
  Kendisinden pek emin biriydi. İnsan her daim kendini bilmeli, değer vermeli derdi. Kendisine karşı çevresinin duyduğu değer ise bunu kat ve kat geçerdi. Misal biz ne zaman bir uyuşmazlık yaşasak adalet hanımı muhakkak çağırırdık. Hakkaniyetli insan ne de olsa, bizden daha iyi bilir hakkı, hukuku. Uzun lafın kısası güvenimiz de, saygımızda oldukça fazlaydı Adalet Hanıma bir zamanlar.
  Geçmiş zaman kipini kullandığımı fark edenler olmuştur elbet. Çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Malesef insanın şimdiki zamana ait tüm kipleri dil bilgisi kurallarından çıkarası geliyor, vaziyeti hatırlayınca.
  Adalet hanım yerine bir dublör bırakıp gitti buralardan. Yorulmuş, pes etmiş diyenler oldu, adamın birine aşık olmuş ona kaçmış diyenler, kimisi de Adalet hanımın öldüğüne dair haberler duyurdu. Dediklerine göre bunlar hep Amerika’nın oyunuymuş. Gâvur Amerika Adalet hanımcığımın ehemmiyetini bildiğinden onu öldürüp, hain planlarını faaliyete geçirmek için bir ajan yerleştirmiş memlekete.  Bizimkiler işte, sürekli bir şeyler diyorlar  lüzumlu, lüzumsuz. Gelgelelim kimse dönüp de kendisine bakmıyor. Adalet hanım bizim yüzümüzden mi gitti demiyor, gavura şuçu üstlendirmek kolay olsa gerek, aynaya bakmak yaş eskitiyor.
  Afedersiniz bazı kendini bilmez densizlere hiç değinmeyeceğim. Yok efenim adalet hanım, ahlaksız kadınlardan olmuş, cinsel tercihlerini değiştirmiş de taksimde yürüyüp duruyormuş. Tövbe estağfurullah, densizlere bak sen! Adalete hanımcığıma biçtikleri role bak! Bunları hafızamdan silmeye çalışıyorum açıkcası efendim, belki bir gün varlık aleminden de silinirler diye heyecanla beklediğimden, bu densizlerin konusunu burada kapatıyor, asıl konuya dönüyorum.
  Ben açıkçası adalet hanımın yorulduğundan, pes ettiğinden yana oyumu kullanıyorum tüm bu söylentiler arasından. Kadıncağızı bir rahat bırakan olmadı çünkü. Her gelen ona sahip olmak istedi.  Rahatsız edeni çoktu anlayacağınız. Onu şekillendirmek isteyenler, itibarını sömürmek isteyenler, daha neler neler. Kimisi boy ölçüştü, gücünü onun üzerinde ispatlamaya çalıştı. Kimi kendi hatalarını ona yükledi, kendi işin içinden sıvıştı. Kimisi ise hiç mi hiç dinlemedi onu.  Bir Allah’ın kulu da narindir, hanım kişidir, incitmeyelim kırmayalım demedi. İnsan dediğin bir dayanır iki dayanır bu Çin işkencesine. Haliyle Adalet Hanım da dayanamadı, bu nankörlerle daha fazla baş edemedi terk i diyar etti bizim memleketi. Başta kimse anlayamadı, ışık görmüş tavşan gibi kalakaldı herkes. Hissedemedik neler olup biteceğini ama sonra nasıl ki araba farıyla donup kalan tavsanı ezer geçer bir otomobil, bizi de ezdi geçti olup bitenler.       Merakınızı giderelim madem:
  Adalet Hanım bizi terk ettikten sonra ne mi oldu? Açıkçası olmayanları saysak daha azdı, çünkü resmen tepetaklak döndük, değişmeyen ne kaldı ki? Başlarda bir telaştır aldı herkesi. Adalet hanımın tahtını dolduracak bir cengaver aranmaya başlandı. Kimisi Özgüre sardı, onu ön plana çıkaralım dediler. Özgür saf çocuktu, sömürüp sömürüp kendi istedikleri kıvama getirdiler. Özgür artık çok da özgür sayılmaz açıkçası. Kimisi de Zümra’nın peşine düştü. Ahlaklı cesur bir kızdır adalet hanımın yerini doldurur dediler. Aslında başta iyi bir fikir gibiydi ama Zümra narin kız, bunca zorlamaya, baskıya dayanamadı, toplumla birlikte o da mahalle baskısı mağduru artık ve  yok oldu gitti. Sıra İffete geldi, onu da taksimde yürüttüler işte malum. Hala kendisine ulaşılamıyor. Kim bilir hangi kuytuya atıldı cesedi.      Anlayacagınız, ahlak zedelendi, özgürlük zıvanadan çıktı, iffete ulaşılamıyor. Bozguncu, yecüc- mecüc ifadesine layık bir zihniyet vukuu buldu. Ellerini attıkları değeri yok ettiler, bizleri de sefil ettiler. Zihniyetler savaştı, değerlerimizin cesetleri yerlerde sürünüyor. Adalet Hanım gittiğinden beri olanlar bunlar efendim, zihinlerimiz kara bir balcıkla sıvanmış gibi, kurtuluş için ölümü beklemekte.
  Şimdi Adalet Hanım kim bilir hangi iklimi nerede yaşamaktadır bilinmez. Ama varlığını milletçe özledik sanıyorum. Gittiği günden beri her gün tükenmekte bir bir değerlerimiz, leş kargaları; kibir, hırs, açgözlülük sardı etrafımızı. Artık yoğun bir yoksullukla tükeniyoruz. Tükettikçe tükeniyoruz vesselam...

                                          Zeynep Büşra Yavuz

18 Nisan 2015 Cumartesi

PERİ MASALI TADINDA

Zor zamanlarda kısa gezintiler yapmayı önermeli psikologlar antidepresan haplardan önce. Ve bir hikaye yazmasını..

Evet hikaye!.

Doğada görünen her nesnenin bir hikayesi var aslında. Mesele bakmayı bilmekte, bakabilmekte..

Bir ağacın dikiliş hikayesi var; bir okula verilmiş bir ismin, bazı yerlerde içilen çayın dahi bir hikayesi var; tıpkı insanlar gibi, dostluklar ya da....

Anlar ve anılar...

Anlara anlam katan anılar... Kimi peri masalından hallice,  kimi Kulkedisi'ndeki balkabağı..

Habercilikte 5N1K kuralı derler anlatmaya çalıştığıma; ne,nerede,ne zaman,neden, nasıl ve kim-inle??

Zaman aynı mekanlar az çok bir. Baş roller ve hikayeler yanlız farklı olan..

Örnekle!..

Ankaralılar iyi bilir; Sakarya vardır Ankara'da; Sakarya. Yol ortasında.. Kimine gore curcuna, kimi icin dershaneyi
ilk asış, kimine göre kavuşmaların mekanı, bazısına göre veda edilemeyen elvedaların...

Şimdi okurken diyeceksiniz sence Sakarya ne; hem sende ki Sakarya'dan kime, bize ne? Dogru soru ama eksik: Sizce Sakarya ne?

Ya da yaşadığınız sehirde Sakarya'nız nere?

Çiçekçinin önünden geçerken insan hüzünlenir de..

Peki ya senin hikayen ne? Anlarına anlam katan anıların kaynağı?.

Kimseden mükemmel kelimeler seçmesini beklemeden "yazın" dese psikologlar; kendi hikayenizi yazın. Minik bir defter, bir siyah kalem, biraz da sözcük yazsa reçetelere; sadece zihinde satılan. Ve çocukların erişebileceği yerde saklanan.

Hayal etmek bile güzeldi ya neyse...

Dünya güzelliklerle dolu, marifet arayıp bulmakta.. Umutta, inançta, inatla aramayı bilmekte.

'Günübirlik gezinmek ilaç' dese doktorlar, hem içinde ve hem dışında günübirlik gezinmek deseler..

Ahh! Ama nerede?

Umut en son terk olunan şeydir der yazar; hayat varsa umut var olmalıdır.. Yoksa ne kalır geriye?. Hiç.

O halde çekip çıkarmak gerek anıları, yoksa sonu billahi hezimet.

Bir öneri; seni bul, zamanı bul, yeri keşfet ve dinle. Olmasa da peri masalın, sen inşaa et zihninde..

Kim bilir senin şehrinde senin hikayen ne?

Eminönü'nde Yeni Camii önünde dinlerken Makam-ı Nihavend'den ezanı..
Belki de düşünme vakti geldi coktan bizlere.

3 Nisan 2015 Cuma

Père Lachaise'de Bir Kayıp Mezar: Ahmet Kaya

Okumayı sevdiğim kadar yazmayı, belki ikisinden çok paylaşmayı severim. İki kardeşle büyümenin en şahane yanlarından biriydi benim için paylaşmayı öğrenmek. Şahane şekillerde öğrendim ben paylaşmanın ne olduğunu, nasıl bir duygu olduğunu kardeşlerimle. Akşam oturma odasında televizyon karşısında sere serpe otururken maaile, biri kalkarsa şayet ayağa, giderse mutfağa, bir şey isteyip istemediğini içerdekilere sormayı o çocukluk akşamlarından öğrenirsin misal, veya sormadan getirmeyi ne aldıysan kendine birer tane de kardeşlerine. Ne gelirse eve, o anda yanında olsun olmasın, muhakkak üçe bölünür, eksik olanın payı saklanır. Güle oynaya, seve isteye kardeş payı edilir. Bu yüzdendir misal ''Bu da Feyza'mızın'' dediğinde Metin-Ali Özdemir, gözlerim dolar. (bknz. Kardeş Payı 1. bölüm sonu)

Velhasıl bütün bu sosyal medya iletileri, dondurmakutusu çabaları, aman onu da koyayım, şunu da anlatayım derdi, paylaşmaya duyduğum sevgiden gelir ve fakat bazen öyle çok uçuşur ki kelimeler kafamın üstündeki baloncuklarda, bir türlü bir araya gelip de anlamlı cümleler oluşturamazlar zira çok tazedir, dumanı üstündedir, hazır hale gelmemiştir o paylaşım anına. Demlenmesi, durulması gerekir kelimelerimin ki, orada bir yerlere küçük de olsa dokunabilsin cümlelerim. İşte aynı şekilde aylar öncesinde yoğun duygularla ziyaret ettiğim kabri Ahmet Kaya'nın dökülemedi cümlelere bir türlü.. Bugüne dek.

Buz gibi Paris sokakları, kokmuş metro istasyonları ve uykusuz gözlerle arşınladık yolları o sabah en sevgili dostlarımdan biriyle. Fransızlar ''Cimetière du Père-Lachaise'' demişler, biz ''Ahmet Kaya'nın olduğu mezarlık'' diyoruz kendi aramızda. Paris'in en büyük kabristanı, Balzac'tan Oscar Wilde'a, Maria Callas'tan Chopin'e pek çok ünlü isim burada. Bir de Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya var ve fakat bu koca kabristanda aradığımızı bulabilmek için buluşturduğumuz haritada Ahmet Kaya'nın yeri yok! Bulabilmek bütün bir günümüzü alabilir, Vikipedi'ye göre 44 hektar, koca bir alan! Sıkışık mezarlar, tek tek okusan günü bırak ömrün yetmez. Umutsuzluğa kapılıyoruz. Yüzüm düşüyor, ayaklarımın ağrısını daha çok hisseder oluyorum. Hava buz, burnumuz donmuş. Bir yere çöküyorum en sonunda, yılgın, ümitsiz, biraz da öfkeli oturduğum yerden inceliyorum etrafı. Hava bulutlu, mezarlıkta oluşumuzun hakkını veriyor. Ve fakat benim güzel dostum yılmıyor, elinde harita, örümcek hisleri devrede devam ediyor taramaya. Ben de o sırada göğe bakmaktan vazgeçip telefonuma dönüyor, internetten bir yer bilgisi bulabilir miyim diye aranıyorum. Bulamıyorum bir şey. Birazdan adımı işitiyorum az ilerden! Örümcek hisler işe yaramış, çok değil, benim çöktüğüm yerin birkaç adım ötesinde bulmuş kabri benim güzel dostum.

Ahmet Kaya hakkında kitaplar devirmedim. Literatürler tarayıp hakkında dönen her muhabbetin altını üstüne getirmedim. Ailesini, gelmişini geçmişini deşmedim. Oturup saatlerce çene yarıştıramam yani hakkında, bilirim haddimi. Ama kendini ''ülkücü'' diye tanımlayanların, ''ülkücü'' diye tanımlanan müzisyenlerin kasetlerinin üstüne Ahmet Kaya şarkıları çekip gizli gizli dinlediği insanlar tanıdım misal. Ve Ahmet Kaya dinlediğim için benle tartışmaya girmeye çalışan, ''ama o da bık bık'' diye bitmek bilmeyen nefretlerini üstüme kusmaya, beni ''doğru yola'' getirmeye çalışan pek doğru (!) insanlarla muhatap olmak zorunda kaldım. Anlatamadım onlara bir Ahmet Kaya şarkısının kalbimi nasıl doldurduğunu, kimselerin dokunamadıklarına tek başına nasıl dokunduğunu.. Tek başına bir şarkının devleşip beni nasıl anladığını anlatamadım. Anlatamazsınız. Anlamazlar. Melankoliklikle, acıyı sevmekle, kırolukla, daha da fenası vatan hainliğiyle suçlarlar.

Heyecanla vardım mezarı başına. Henüz kurumamış çiçekleri gördüm. Mezarı üstüne yazılanları, kazınanları gördüm.. İçimin yangını iki damla oldu süzüldü. Çok geçmedi, kalabalıklaştı mezarın başı. Bir anda 8-10 kişi oluverdik nasıl olduğunu anlamadan ben. Fotoğraf çekenler, bir sigara yakanlar, Fatihalar okuyanlar ama ne olursa olsun mezarın başından ayrılamayanlar. Ne kadar kaldık öyle bilmiyorum. Ayrılası gelmedi kimsenin. Sigaralar bitti, ikinciler yakıldı. Sohbetler koyulaştı. Hüzünler karıştı. Şarkıların yerini bir mezar taşı aldı, tuttu birbirini tanımayan insanları tanış etti. Ne Kürt kaldı ne Türk, ne Paris kaldı ne İstanbul.

Père Lachaise, Paris'te şehirden uzakta ve fakat metro hatlarından biriyle kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir yerde. İster misiniz, yolunuz düşer mi bilmem, ama Ahmet Kaya orada bir yerde, muhtemeldir hüzünle yatıyor. Ben şanslıydım, beni ben kadar, belki benden daha fazla düşünen bir dostum vardı yanımda ve gördüm dünya gözüyle. Sonradan öğrendim, herkes benim kadar şanslı değilmiş, görmek isteyip eli bağrında dönen çok olmuş. O pek kullanışlı haritalarda yok zira daha önce de belirttiğim üzere, kendi imkanlarınızla bulmak zorundasınız mezarın yerini.

Sazı vermeden kendisine, son olarak naçizane; yargılamadan tek bir kez sükunetle dinlemeyi deneyin Ahmet Kaya'yı. Hissetmeye çalışarak, merak ederek. Dokunamadıysa sizde bir yere, dinlemeyin zaten daha da. Ama ne olursa olsun dokunmayın dinleyene, tükürmeyin nefretinizi pervasızca, o kadar vicdansız, o kadar hadsiz olmayın.

Sevgiyle..


Merve Ayvaz








VEFA

Vefa, kahırla hatırlayış değil bu yazacağım.
Her dem , beni ikaz edişine bil ki muhtacım.
Bir sır aşk ne adın var ne sanın.
Bendenizim , aşk deryasında muhabbetinin oltasına takılmış bir balığım.

Yağmurum belki , yağmak için bekleyen rahmet menbağıyım
Şemsiyeyi sevmezsin sen, bilirim ki sana düşecek damlayım.
Belki bir tebessüm olarak kalacak yadın da yadım.
Ben beni bırakıp geleyim sen seni bırakıp gel cemalullaha kavuşalım.

Ki sen benim elest bezmindeki durağım.
Canıma merhaba sundu ezelde çeşmi yar , gayrının selamını bilmez selamım.
Aşıklar er ya da geç maşukuna erermiş.
Bilmem aşıklığımı maşuk, maşukluğumu aşık yanım.

El de var dua , duam olmasa neye yararım..

| Ersin Boztepe 

23 Mart 2015 Pazartesi

Hiç Beklenmedik -2-

Kahvaltıyı hazırlamaya başlamalı,birazdan dedem başlanır söylenmeye ‘Daha hazır değil mi?’ diye. ‘Rasim,kümesten 4 yumurta kap gel de sana çılbır yapayım, ne dersin.’ Rasim’in en sevdiği yemektir çılbır,sarımsağını da bol koyduk mu,mis gibi olur. ‘Tabi beni göndermek için çılbır yapayım diyosun de mi?’, ‘Ne cin çocuksun be Rasim,hadi hadi söylenmede yumurtaları al da gel!’ . Demiştim size cin gibidir bizim Rasim,ama ablasını üzmez,o da bilir bu dünya da birbirimizden başka kimsemiz olmadığını. Aman bazlamalari unutmayalim sobada,sonra da  kızım sen aşık mısın,aklın nerde senin naralarını duymayalım sabah sabah. Ninemde girdi kapıdan,elinde bir kap süt.
-Kızım hele al şunu da ocağa koy,öğle vakti içersiniz.
-Tamam nene.Sofrayı kurucam birazdan üstünü başını değiştir de gel soğumasın bazlamalar.
Dedem çoktan yerini almış odada,kanepenin sağ köşesi televizyonun tam karşısı,sabah haberlerini izliyor.
-Hayırlı sabahlar dede,nasılsın bu sabah ?
-iyiyim be kızım,gece uyutmadı yine bacaklarımın ağrısı dön Allah dön,bir o yana bir bu yana.
-Kahvaltıyı yapalım da ben biraz merhemle ovayım bacaklarını iyi gelir.
Dudağının kenarında küçük bir gülümsemeyle ve ihtiyar ses tonuyla ‘Zahmet olmasın kızım’ dedi. Bilmem mi ben dedemi,hoşuna gitti gitmesine de serde erkeklik var, birazcıkta nazlanmayı sever.
-Olur mu öyle şey dede,yapıveririm ben hele kurayım de şu sofrayı.  Birden kapıdan gelen gümbürtüyle irkildim,sanki alacaklı çalıyor kapıyı.Kim olacak tabi ki Rasim gelmiştir. ‘Geldim geldim.’ Kapıyı açtım ki,Rasim’in üstü başı toz,Allah’ım neden böyle bu çocuk.
-Rasim bu ne hal,ben seni kümese gönderdim sanıyordum.
-Abla demedin mi sen 4 yumurta al gel diye,inatçı tavuk kalkmadı yerinden bende çomakla dürtükleyince o da üstüme atıldı,4 yumurta alıcam diye gözümü çıkaracaktı alçak tavuk.
-Ah be Rasim,geç içeride üstünü başını temizle hadi. Sonunda herkesi sofra başına toplayabildim,çılbırlarda hazır. Hadi buyrun.
 Bismillahirrahmanirrahim.
…..
Sofradan kalktıktan sonra herkes kendi işinde. Dedem atölyesinde,köyün tek marangozu. Köydeki çoğu evin kapısı,penceresi,dolabı,masası dedemin işleridir,hatta tabutlar bile,civar köylerden de gelirler dedeme.Namı bile var ‘Tahta Necdet’. Sağolsunlar.
Ninem bahçeye inmiştir,yabani otları ayıklayıp sulamak için mahsülleri. Küçük bir orağı var sapının kırmızı rengi silindi silenecek,eski ama iş görenlerden. Yeni ektik daha bahçeyi birkaç domates fidesi biraz da soğan. 

19 Mart 2015 Perşembe

LİSE DEFTERİ/LİSE DERTLERİ





"Bak kızım çok seveceksin okulumuzu; küçüktür, ek binadan hallice.. Ama iyi dostluklar kurarsın burda, guzel anılar biriktirirsin; hemen karar verme 2 hafta saklayım bu dilekçeyi sonra sen gelip yırtacaksin,  güven bana..."

-Güven bana- Pek büyük bir laf. Güvenelim bakalım..

"Yarın ola hayr'ola." İlk kez 15 yaşında ettim bu lafı ve ilk kez anladım sık sık bu veczin ardına saklanan insanları.

Yarın oldu hayr'oldu... 2 hafta bekledim ve ben yırttım dilekçemi. İlk kez benim diyerek girdim okula, sınıfım dedim, arkadaşlarım.

Güzel dostlar biriktirdim, güzel arkadaşlıklar, anılar... Tarih atılmış sayfalar hatta altına birkaç kelime not bile düşülmüş. Çokça da fotoğraf akıllı telefonların hafızasında...

Beraber azar işitmek de dairdi o günlere, saatlik yollarda kısık sesle dedikodu yapmak da. Kış günü gizli gizli dondurma yemek de, giriş katta ağlamak fiilini icra etmek de...

Emanet olmak da, emanet etmek de. Emanet kalmakta, emanete sadık kalmak da..

İlk kez kaçan trenin ardından bakakalmak da pek tabi o günlerden hatıra.

Şiirle tanışıp; siire kavuşmak o zamanın kısmetindeymiş demek. Cemil Meriç ile de tabi.

"Aman anlamayacağın şiiri okuyup napacaksın başka bir heves bul kendine." denilerek küçümsenmek de.

Heves...

O zaman hevesti ya şiir okumak, şarkılar dinleyip telefon kaptırırdık bizler de derslerden arta kalan vakitte... Bir kelime için iddiaya girerdik amaçsızca...

Ve rehber ogretmenlerimizin yanında ağlardık. Ne de olsa onlar sormazdı sebebi; malûm üniversite telaşı..

Acı gelmezdi hiç kimin aklına. "Bu yaşta çocuğun ne derdi olur ki?"
Çocuğun ne derdi olur ki?

Onsekizinci yaşımın mumlarını üflememle, büyümenin iyi bir fikir olmadığını; geçmiş sınavın sonuç belgesini aradığımız kalabalık  salonda rast geldiğim manzara anlatmaya yetti. Kim bilir belki artmıştı bile..

18 yaşımın ilk anlarını Sakarya'da dershanemin bize bahşettiği 1 saatlik arada,  simitçiye pasta sokmayı başaran,  varlıkları şükür sebebi arkadaslarım yaşattı bana.

Veda ettiğim Sakarya'da hoşgeldin dediler 18.yaşıma ve bana..

Ve çok uzaklara uğurladılar çocukluğu.
Ve çok uzaklara uğurladılar sadık kalınan emanetleri ve tüm bunlardan habersizdiler.

Yüzü kızaran cocuklardık biz artık yüzü kızaran genç olmaktaydı sıra.. Yeri gelmisken bir dip not; zaten ne geldiyse başımıza yüzümüz kızarmaz hale geldikten sonra gelmedi mi ya?..

Ne çok şey yaşanmış da kalmış aklın kuytu köşelerinde.. Şimdi nerden mi çıktı tüm bunlar?

Vakit geldi artık; kabullenme vakti ya da zihin içinde küçük bir temizlik..

Sebebi mevhûm. Ama vakit geldi..

Elçi olmak düştü payıma da: Anılarla kelimeler arasında.

Elçiye zeval olmaz. Affola..





15 Mart 2015 Pazar

Beni Siz Delirttiniz!

     Devrik cümlelere oluşturulmuş üç noktalı bir hayattı benimki. Hep bir yarım kalmışlık, yüklemi kayıp cümleler silsilesi. Sürekli düşünmek, tonlarca şeyi; gökte uçan kuşu, İstanbul da okunan ezanı, Filistin’deki çocuğu, İngiltere’deki ateisti, Afrika'daki Leoyu...
     
     İnanır mısınız bir paspası bile düşündüğüm oluyor bazen, bazen ise direk bir paspas olduğum. Düşündüğüm her şeye dönüşüyor, yaşıyor sonra düşüncelerimde ölüyorum. Sonra tekrarlanıyor her şey yeniden. Fakat mükerrirlikten başka nedir ki bu? Sürekli bir şeyler tekerrür ediyor içimde lakin hepsi de birbirinden farklı tonla zırvalık.(evet hepsi birer zırvalık, saygım yok zerre hiçbirine, yok olmaya layık zırvalıklar!)
     
     Bu kadar düşüncenin hem farklı olmayı hem de tekrarlanmayı nasıl becerebildiğini çözemiyorum. Sonra biraz da bunu düşünüyorum. Ve şiddetli bir baş ağrısı beynimin içinde demleniyor. Fokurduyor, yakıyor hatta. Çıkan buharı hissedebiliyorum inanabiliyor musunuz? Şimdiye kadar kaç kere öldüğümü sayamadım. Parmaklarımın sayısını çoktan geçtiler, bir süre sonra bıraktım bende bundandır saymayı.  Düşünmek nefes alıp vermek gibi, istediğin zaman durduruyorsun fakat durdurman demek “ölmek” demek. Öldüm demem bu yüzden işte. Rollere bürünüyor, onları yaşıyor sonra bir anda düşünmeyi kesiyorum, onlar yok oluyorlar ve ben tekrar ölüyorum beynimde. Bazen iki kaşımın ortasından tek bir kurşunla, bazen beysbol sopasıyla, bazen ise çöldeki sarı yılanı kullanarak. Ve inanır mısınız bunların hiç biri beni kendi yıldızıma ulaştırmıyor, çünkü gittiğimde bulabileceğim bir gülüm yok.
     
     Kendini beğenmiş de olsa, insanın hayatında bir gülün olması güzel bir şeydir. Bunu biraz da sizin düşünmeniz lazım. Görüyorum ki gül bahçesinde tek yaptığınız bir köpekten farksızca toprak eşelemek. Gülleri göremiyorsunuz ve bu beni delirtiyor. Sizi bir fanustan seyrediyorum sora biraz da sizi düşünüyorum fakat zihnimi yoruyorsunuz. En çok da siz yoruyorsunuz evet!  Yaşam faaliyetlerimi bitirmek istediğim çok oldu açıkçası düşünmemek için sizi. Asla tamamlanmayan bir su doku gibisiniz. Nereye koyarsam koyayım tamamlanıp bir bütün olamıyorsunuz. Şiddetli bir bencilliğin esiri olmuş, bütünü göremiyorsunuz. 
     
     Sizi düşündüğüm zamanlar dışında bazen umut dolu bir insan olabiliyorum. Sanki her şey güzel olabilir gibi, sanki gidenler geri gelebilir gibi. Fakat sonra siz bir kanalda, bir afişte, bir gazetede karşıma çıkıveriyorsunuz. Bazen ise bir yolda yürürken sizden kaçırmak için zihnimi, kaldırımları seyrederken bir anda karşımda beliriveriyorsunuz. En çok sizi görmemi istiyorsunuz sanki, en çok sizi düşünmemi ve iktidar olma hırsınız ile eziyorsunuz tüm ümitlerimi. Gülüm de ezilmişti bunların altında zaten. 
  
     Evet, inanır mısınız sizi hiç sevmiyorum. Öfkeliyim size, beni içinden çıkılmaz bir duruma getirdiğiniz için. Yaptıklarınızın hepsini düzeltmek istiyorum. Size kızmamak için, temyiz kudretinden noksan bir çocuk olduğunuzu varsayıyor, sadece oyuncaklarınızı dağıttığınızı hayal ediyorum. Fakat değilsiniz ve sanki bunu gözüme sokmak için yaşıyorsunuz hala.
   
     Deliriyorum, üstelik yavaş yavaş da değil. Beni hızla delirtiyorsunuz. Bir Cem Karaca şarkısında buluyorum kendimi. Altından kalkamıyorum yaptıklarınızın. Tek yapabildiğim düşünmek oluyor adınıza, bazı şeyler nasıl düzelebilir bunu düşünmek. Fakat çok şeyi götürdünüz ve maalesef gidenler geri gelmiyor. Şimdi söyleyin bana nasıl oluyor da burnunuzun ucundaki o canım gülleri hala göremiyorsunuz?
                                                                                                              Zeynep Büşra Yavuz          

11 Mart 2015 Çarşamba

Hiç Beklenmedik

      Gün ışımakta,etraf alacakaranlık ve serin bir rüzgar esiyor dağdan vadiye doğru.Civar evlerin ahırlarından gelen inek bağırtıları,memeleri süt dolan hayvanlar bir an önce sahiplerine onları sağmaları için yalvarır gibi ve kuzuların boyunlarına takılan çıngıraklar,sabah vaktinin soğuğuyla birbirlerine sokulmakta. Birazdan köy ahaliside dökülür tozlu yollara,üstlerinde bluz,altlarında şalvar ve ellerinde çapa,kış bitti bahardan başlamalı toprağı havalandırmaya,bu sene kış çetin,kardan geçilmedi yollar. Toprak nemine doydu,toprağı ekmezsek ziyan olur onca bereket. İşte Leyla teyze,zavallı gelmiş 70 yaşına bir başına yaşıyor ahşaptan dökme evinde,koca desen kaç yıl önce göçmüş öte tarafa,çocuklar evlendikten sonra unutmuş analarını.O yine de mutlu ‘Boşver kızım,Allah onlara iyilik versin,onlar beni unuttuysa Allah beni unutmadı ya’ der ne zaman oturup sohbet etsek. İki büklüm çıkıyor kapıdan,yaş yetmiş romatizmal hastalıklar bükmüş zavallımın belini,bir eşeği var adı Manolya,evden çıkar çıkmaz ağır aksak adımlarla ahıra gidip önce Manolyayı salıverir sonra evin arkasına dolanıp çapasını ve sebetini alıp Manolyanın eğerine yükler,sonra ipinden tuttuğu gibi koyulurlar yola. Aşağı yolun hemen kıyısında tarlası,tarla dediğime bakmayın en fazla bir dönümdür bostanı,az biraz karnını doyuracak kadar mahsülünü çıkardıktan sonra,geri kalanını köyün imamına getirir. ‘Hocam,bunları da götür şehre,satabildiğini sat.’ Belli ki yavaş yavaş uyanmakta ev ahalisi,içeriden sesler geliyor. Uyanır uyanmaz tuvalete yönelip içeride birinin olduğunu anlayınca ağzının ucuyla,sabah mahmurluğuyla bir küfür savuruyor dedem ‘Çık ulan hergele,keyif mi yapıyon tuvalette..’ İçerden Rasim’in sesi ‘Tuvalette de rahat yok,az bekle hele biter birazdan işim.’ Diye karşılık veriyor dedeme. Kapının önünden geçen ninem ‘Len Rasim tuvalette konuşulur mu,çarpılırsın,töbe de evladım töbe de..’ İçerden bir ıkınma sesi ve musluktan akan suyun şakırtısı ‘Çıktım işte, buyur gir.’ dedem tam elini kaldırıp bir tane patlatacakken Rasim kıvrak bir hareketle elinden kurtuluverdi. Rasim evin en küçüğü,doğal olarak en haşaresi daha 14 yaşında,haşare olduğuna bakmayın dersleri çok iyidir,şeytana pabucunu ters giyidirecek türden kurnazdırda,benim küçük kardeşim. Balkondan içeri girdiğimde ninem benim odamdan çıkıyordu.

-Hah! Kızım bende seni bulamayınca merak ettiydim,burda mıydın?
-Burdayım nine,namazdan sonra uyku tumadı bende balkona çıktıydım.
-Sabah sabah balkon da üşürsün be kızım, üstündeki bluzda ince gibi sırtına bir şey alaydın ya ?
-Yok ninem,iyiyim ben sen tasalanma.
-İyi madem,ben ahıra iniyom,sende kahvaltıyı hazır et.

     Ninem, 63 yaşında azcık kamburlu beyaz tenli boncuk gözlü,tiz sesli bir kadın. Annem vefat ettikten sonra bize hem ana oldu hem baba. Babam annemin vefatından sonra Rasimle beni nineme emanet etti,sonra da Avrupa’nın yolunu tuttu.Orada daha iyi işler varmış,maaşı bol,refahmışta,başlarda para yollardı bir de mektup,halini hatrını anlatırdı ben burada iyiyim kızım sen kardeşine sahip ol ninenlere yük olmayın diye yazardı. Zaman geçtikçe sıklığı da azaldı mektupların haliyle paranın, meğer oralarda yabancı bir işçi kadınla evlenmiş ikamet izni için,sonra da çocukları olmuş. Gözden ırak olan gönülden de ırak olur diye boşuna dememiş atalarımız,babam da yeni karısının çocuklarına babalık yapmaya başlar olmuş. Yazdığı son mektubunda zor durumda kaldığı için böyle yapmak zorunda olduğunu anlatmış bana,bir de diyor ki sakın kızma bana. Keşke sadece kızgın olsaydım babamın bu yaptığına,annem öldükten sonra öksüz kalmıştık,şimdi de yetim kalmıştık şu dünya da.
                                                                               K.Erdemli

21 Şubat 2015 Cumartesi

VARSIN BU DA -BAŞLIKSIZ- OLUVERSİN

   Bugünlerde aynı düzlemde  farklı düşündüğüm insanlara ihtiyacım var. Çevremde iradem dışında dışında bulunan insanları durup gözlemledikçe sayfalarca yazı konusu elde ediyorum. Amacım ise bu değil. "Delilik vehminden engin" bir görünmez çizginin sınırlarını aramak derdindeyim.

   Kalabalık yaşıyoruz; okullar, sokaklar, evler... Ne yazık boş kalabalık içinde en iyi olma, en önde olma, en gözde olma kısaca enleri olma çabasındayız. Bu boşlukta var mıyız diye soran kaç kişi kaldık acaba? Evet yanlış okumadınız; var mıyız? Varız; ete kemiğe bürünmüşüz, öyle böyle yaşıyoruz. Tam olarak öyle böyle yaşıyoruz. Hazır kıyafetleri mağazadan alıp, şeflerin bizim için önerdikleriyle öğün atlatıyoruz. Çenemiz mi; kuvvetli maşallah! Her girdiğimiz ortamda dünyayı kurtaran adam olmak telaşındayız. "Hayır yapmıyorum" , "Bunlar bana ters" demeyin; hepimiz bunu yapıyoruz babannemden gayrı... Babannem hala doğallığını içinde taşıyan; bakkal ekmeği gördü mü "Nimete kötü denmez emme, nasıl karın doyar bunla?" diyen ve bizi de bu sözleriyle güldüren babannemden gayrı hepimiz....

   Çocukluğumdan hatırlıyorum da bere, atkı, eldiven annem elleriyle örer, giydirirdi bize; el emeğiyle göz nuru birleşince yün de bir başka ısıtırdı. Şimdilerde o da vazgeçmiş durumda; ihtiyaçsa çıkar alırız.. Peki ya ihtiyaç mı sahiden?

   İnsanlarla tanışmayı severim. Bazen yazar olur, bazen şarkıcı,şair ya da sokak satıcısı... Tanışıp belleğe iki kelamlık muhabbet eklemek hoşuma gider. Lakin artık bu durumun gidişatı da korkutmakta beni. Konsere giderim; gelenler şarkılara ulaşmayı engeller, sinemada densizin birinin telefonu çalar, imza gününde yazarla kısacık sohbet ederken arkadaki hanım "Ocakta yemeğim var hadin gari." edalarında oflar da oflar..İç karartıcı..
   Yine gittiğim muhabbet ortamında 'adına kölelik demediğimiz ama bir kölelik yaşadığımız'diyen arkadaşa(!) sorulan sorular: e biz napalımlar, dünyayı nasıl değiştirelimler, böyle gelmiş böyle giderciler..(topluca soru işaretleri??????) Soyut düşünceleri dahi somutlaştırıp, nesneler dünyasına katmaya çalışanlar...
 
   Kısaca; düşünmeyi unutup;ezber derdine düşmüş gençler. Zannetmeyin her şeyi eleştiren biri değilim. Galiba kusurum düşündüklerimi kağıda dökmemde; doğru söyleyeni misali belki de...

   Aynı düzlemde farklı düşünmek demiştim ilk paragrafımda. İzninizle onu açmak istiyorum biraz. Yolunda gitmeyen şeylerin dengede durduğunu kabullenmeyen, kabullenmek istemeyen insanlarla aynı düzlemde kabul ediyorum kendimi. Her şeyin yolunda olduğunu kabul edenler zannımca dünya 3 boyutlu ya ondan.. Zira ben düzlemin şifresini çözmeden 3 boyuta el atmak istemeyenlerdenim. Bu sebeple düzlemde düşünmeyi seçenlerdenim.

   Nasıl değişir, ne değişir ?  vs vs vs

   Nasıl değişir; bilmiyorum yani hangi yolla olur değişim. Oturup bunu uzun uzun anlatandan da kaçıyorum; yıllardır çözüm yollarını ezberlemek yordu beni; gidiş yolundan puan almak istiyorum. Kendimce yöntemlerim var elbet deneme yanılma bulduğum. Mesela kitaplarım var; kalabalıklardan kaçıp sığındığım. 3 duraklık metro yolculuğumda kulağımda kulaklığım insanları gözlerim sonrası bir vehamet çöker içime kalan 2 durak yolu kitabımla tamamlarım.Okumak çözer mi bilmem fakat iyi oyalıyor insanı.

   Ne değişir'e gelince; belki hiçbir şey somut dünyada. Ben ve düşüncelerim geliştikten sonra; hayatımda 2 adımım değiştikten sonra... Zannediyorum gerisi teferruat!...

   Sözü yormadan daha fazla;bitiriyorum.

   Düşünmeyi düşünmeyi aklımızı kullanmayı ve hatta kullanabileceğimizi unutmuşuz.
 
   Son bir not: İstanbul düşmedi, Fatih'in fethettiği gibi dimdik ayakta.

19 Şubat 2015 Perşembe

BAY ORALET VE BİR ÇOCUĞUN GÜNCESİ


                         BAY ORALET VE BİR ÇOCUĞUN GÜNCESİ


    İlk bakışta güzel bir yer olduğu söylenebilirdi.Biraz uğraşılsa şu güzel avlunun ortasına bir havuz yaptırılırdı.Bunu belli ki fazla entel ve gereksiz buluyordu kahveci.Kahveci vizyonsuz bir adamdı galiba,atadan dededen ne gördüyse o.Adam,sohbetin yeni yeni demlendiği masaya oturdu.Selamlaşma faslı fazla uzun sürmedi hepsi çeşitli kombinasyonlarda dertlerini masanın üzerine yaydılar.Saymayı bilmeyenler için başta söylemekte fayda var:Son gelenle birlikte 4 başarısız senarist,4 ahşap görünümlü hakiki plastik ıstaka,3 çay bir oralet vardı bir de ıstakaların yanında yetim gibi duran senaryo kağıtları.Kimi bilgisayar çıktısı kimi Sümerce el yazısı.Hemen hemen hepsinin ortak noktası bazı yerleri çizilmiş yanına notlar alınmış ağırlığı olan kağıtlar olmasıydı.Çayını önce karıştıran bir yudum alır söze başlardı buraların kuralı buydu.İster kıraathane kültürü deyin ister çay kaşığının gücü ,fark etmez.
   Fularlı olan söze başladı:Kıraathane okuma yapılan yerdir aslında burada bu sünepe okeyciler ve bizim olmamız ne tuhaf değil mi? Deri çeketli ve sakalları bağımsızlığını ilan etmiş olan hem kıvranıyordu hem de sinirliydi,üretim süreçleri böyle olurdu:”Salak salak konuşma Halit, iki satır bir şey konuşacağız hemen ansiklopediye bağlama.” Çayından bir  yudum aldı,gözlüğünü düzeltti ve söze devam etti:”Bir de şunu dinleyin beyler,senaryoma daha uygun bir giriş cümlesi buldum ‘Sigarayı içmek değil,yemek istedi.’Halit güldü:’Evet abi,senaryo bitmiş senin tamam yani tamam olmuş,başroller kim,şu yeni çıkan sarışın oğlanı oynatırsın artık.’Sakallı mahçuptu cevap vermek istedi ama gücü yoktu,Halit haklıydı.Üçüncü adamımız konuşmaya dahil oldu daha doğrusu muhabbetin seyri bunu gerektirmişti:Halit sen ne geniş adamsın ya,Murat en azından bir şeyler yazmaya çabalıyor, ‘Daha okunabilecek bir şey yazmadın,ama havandan geçilmiyor birader ne ayaksın?’Bu en sonki ‘birader ne ayaksın?’bölümü fazla kaçmıştı ,geri alınamazdı,olsundu.Halit utandı,heyacanlandı çevresine hızlıca bir baktı.Kim bilir o anda kafasından neler geçiyordu.Beni sorarsanız kafamdaki Kibariye ‘Kim Bilir’ şarkısının sonlarına doğru gelmişti ve birazdan kahveyi yutacakmış gibi söylüyordu.Çaycıya bir çay daha ver cinsinden bir hareket yaptım.Yan masayı dinlemeye devam ettim.Hikayenin başına dönersek dört kişi vardı demiştik.Suskun ve her ortama lazım olan,oreletin sahibi bu dördüncü de şansını denemeye karar verdi:”Beyler bir de şunu dinleyin’Bu insanlar neden heykeller gibi anne, gözlem çalışması yapıyoruz ama heykeller biz gelirken çok karanlık,neden biraz olsun aydınlanmadılar sen ölürken bile.’Halit yine genişti:”Hoş geldin Shakespeare ,Hamlet nasıl?”Dördüncü adam şaşırmıştı:’Hamlet’e mi benzettin abi,valla ondan esinlenmedim’Halit topa yaklaştı:’Haklısın kardeşim o Hamlet’i yazdı senin ki olsa olsa omlet olur.’vurdu gol oldu.Halit’in vicdanı değil de ulan fazla mı oldu bu acaba duygusu sızlamaya başladı,çok sürmedi bu orası ayrı.Halit kırdığını onarmasını bilen bir adamdı.Babası Toki Genel Müdürlüğünden emekliydi ne de olsa.Sesini toparladı :’Sadece zor durumda kaldığımızda değil,istediğimiz zaman yazı yazabilmemiz lazım,profesyonellik bunu gerektirir.Hepimiz amatör işler yaptık ama artık kafanızı toplayın da gerçek bir iş koyalım,bizimle de röportaj yapsınlar,ulan daha bizi kimse galasına çağırmadı.Ne zaman smokinimizi giyip bir yere gideceğiz.Bu laflar hepsinde farklı etki uyandırdı:Murat:’Ulan nasıl bitirecem senaryoyu,memuriyete, sefer tasına devam galiba’’ diye düşündü.Adını bilemediğim ama Halit’e ayar olduğu anlaşılan:’Bu Halit de ne şerefsiz ya biz yazacakmışız da beyefendi röportajlara galalara gidecekmiş” diye düşündü.Bir insana bu kadar takmak zararlıydı.Freud kızardı.Yine adı geçmeyen dördüncümüz kısaca Bay Oralet hepsinden daha fazla kaygılıydı:’Her şey tamam da smokini nereden bulacağız,Terzi Fethi böyle şeyler diker mi acaba,neyse olmadı nişanda giydiğim takım elbiseyle giderim.’Bay Oralet’e aferindi,evlenmişti en azından nişanlıydı.
   Hikayeyi okurken herkesin susmuş olması beni kıllandırdı, yarıda kestim, sınıfta herkes bayılmak üzereydi öğretmende sahte bir hoşnutluk vardı.Yine kıpkırmızı olmuştum.Hata bendeydi.Bu hikayeyi beyler geriye doğru ilerleyelim diyen otobüs muavinlerinin bulunduğu bir ülkede laboratuvara nazar boncuğu astıran bir fen bilgisi öğretmenin, öğretmen olmadığı için girdiği bir Türkçe dersinde yazmıştım.Büyük ahmaklıktı.Hoca sözü Burcu’ya vermişti.O da burçlarla ilgili bir kompozisyon yazmıştı.Bir yerinde benim burcum koç ise  cesur ve girişimcidir dedi.O an dalgınlığım bıçak gibi kesildi.Artık sınıfta koç aşkı olduğunu biliyorum.Sınfta değilse bile  ben de.Aklıma Bay Oralet geldi napıyordu,evliliği nasıldı,burcu neydi,ben Burcuyla evlenebilecek miydim,ilk smokin nerede üretilmişti .Tüm düşüncelerim Beethoven‘ın okullar için bestelediği şarkıyla delik deşik olmuştu.Kantine koşanlar sürüsüne katıldım.

                                                                                                                   Gülarman

Bir Mecnun Günlüğü

Şimdi sen, ağlıyorsun belki her gece
Ya da uykularını bir eşek arısı sokuyor.
Belki nöbet bekleyen bir asker mahmurluğunda gözlerin,
Yarı açık yarı kapalı direniyorsun.

Şimdi sen belki çöl kuraklığında Mecnunlaştın, susuyorsun.
Sahralar görüyorsun belki Leylaya dair.
Ya da ihtimal ya gerçekten susuyorsun,
Ebedi bir sessizliğin kapısını çalar gibisin.

Belki de gecenin tam ortasına dikilmiş,
Karanlıklardan dost seçiyorsun.
Ya da belki bir mum ışığından bile kaçıyorsun,
Uzundur sakladığın isyan edecek, korkuyorsun.

Şimdi haykırsan sanki Ferhat dağı delecek
Yahut kuşlar yol değiştirecek.
Haykırmasan belki içine sızacak hüzün
Bir yanar dağ faaliyete geçecek.

Şiddetli bir karamsarlık kararsızlığını kamçılıyor, vazgeçiyorsun.
Kuş tüyü bir yastık bastıramıyor hıçkırıklarını.
Ne feryadın duyuluyor, ne sessizliğin görülüyor
Geçmişin ancak böyle bir matemle gömülürdü biliyorsun.

Belki gecedir sana senelerdir getirmeyen sabahı,
Ya da içindeki ırmak yanlış denize akıyor çözemiyorsun.
Sen bir ip cambazı değilsin ki, sırattan ince bir köprüyü geçesin
Düşüyorsun işte, yokluktan varlığa terfi ediyorsun.

İki ayrı yoldan iki kapı açılıyor önüne
Leyla hangi kapıdan girdi bilmiyorsun.
Kararsızlığın bırakmıyor peşini kapılar kapanıyor,
Sen ortadaki adam! Sen bir Araf yolcususun.

                                             Zeynep Büşra Yavuz

7 Şubat 2015 Cumartesi

Şiir Adınla Şerafyab Olur

Bir şiir ki adınla şerefyab olur Bir tebessümünle hüzün serap olur Ey süveydamda müstetir olan nur Bir göz de , bir kalpte tek bir gözde olur.
Şiir bu güzelliğinin yanında mısrasına acziyet dokunur. Kelam ki aşkı ifade etmenin bir başka yoludur. Sukut etmeli biraz da , sukut ki kalbe yoldur. Aşk olsun gönül de yeter ki , aşk için kelam boldur.
Ey evliyalar şehri ; sen de nice güzeller bulunur. | Ersin Boztepe

Ulu Bir Çınardır Sevdan

Asırlık bir ulu çınardır sevdan kök salmış sevdama Bir salıncak yapmış aşk sallanır durur saçlarında Çocuk gibi bekler dururum heyecanla salıncak başında. Ey aşk , ey aşk ne zaman bana gelecek sıra...
Ne demeli bilmem ki güzelliğine Aşkın taşıdığı mana maddeden ötelerde. Cemalinden zuhur eden aşk ise de. Aşk süveydan da daha derinler de
Ey adını anınca mısraların acziyeti itiraf eylediği güzel. Sadrımıza bir sır lütfeyle aşkını sadrımıza üfle.. | Ersin Boztepe

1 Şubat 2015 Pazar

‘’Ben Senin İyiliğin İçin Söylüyorum’’


Birini tanıdım; müthiş bir hafızası, efsane taklit yeteneği vardı. Konuşurken, şakalaşırken filmlerden, dizilerden, şiirlerden ve kitaplardan alıntılar, replikler verirdi. O replikler, o karakterler içindeyken nasıl mutluydu, gözlerinin içi gülerdi veya hüzünlenirse yine gözlerinden ağlayan yüreğini belli ederdi. Hele bir de muhatabı repliğin veya alıntının kaynağını bilir ve karşılığını verirse, değmeyin keyfine... Ah bir de nasıl güzel sesi vardı, türkü söyler, söylerken ruhunu katık ederdi. Konservatuara gitmek istemiş, hukukçu baba hukuk fakültesi yazdırmış. Onu tanıdım tanıyalı bir türlü sevmeyi başaramadığı hukuk fakültesinde.

***

Yabancı dil ö
ğrenmek biraz da yetenek işidir, bilen bilir. Yabancı dile inanılmaz yeteneği olan, İngilizce yazılılarında kopya için dört yanı sarılan biriydi. Bir şarkının ismini bulmaya çalışıyorum, lisedeyiz, o zamanlar teknoloji bu kadar gelişmemiş, şarkıyı radyoda orda burda duyduğumda deliriyor, ismini bir türlü bulup da şarkıyı arşivime ekleyemiyorum. Kız şarkıyı dinledi, sözlerini not etti, birkaç dakikaya mesajla ismini gönderdi. Duyduğunu anlamak en zor aşamasıdır bana sorarsanız dil öğrenmenin, o bu işi İngilizce için lisede çoktan halletmişti. Belirteyim, biz öğretmen lisesindeydik, yabancı öğretmenlerimiz falan yoktu ve pekçoğumuz İngilizce'yle lisede tanışştı. Babasının zoruyla bu kız sayısal seçti, yabancı dil bölümü seçse olacağından kat be kat daha az başarılı oldu, sonunda da sevmediği bir bölüm kazandı. En son gördüğümde mezun olmayı beklerken, bir yandan da mezuniyet sonrası gidebileceği Avrupa ülkelerini araştırdığını söylüyordu. Belli ki bölümünü bir türlü sevememişti o da... 

***

Dinlerken notaları ayırd etti
ği için ders çalışırken enstrümantal dahi müzik dinleyemeyen, çocukluğundan beri gitarın her türlüsünü çalmayı bilen, kendi başına saksafon çalmayı öğrenmiş, aynı zamanda şarkı söyleyebilen, velhasıl müziğe müthiş yeteneği olan biriydi. Müzik onun için bir yaşam biçimi, bir mutluluk sebebiydi. Konservatuar okumak istemiş, ailesi pek de iyi bir fikir olmayacağına ikna etmiş. İstemediği ve çok da sevmediği bir bölümü, gitarına sığınarak bitirdi.

***

Ne çok mutsuz insan tanıdım yalan dünyalarında küçük mutluluklara sı
ğınarak yaşamak zorunda kalan... Ne çok insan tanıdım ''kendi iyilikleri için'' hayallerinden zorla koparılan... Karşılığında sorun çıkarmayan, mutlu ve dürüst insanlar olmaları istenen. Oysa izin verseydin mesela çocuğuna istediğini seçebilmesine, yeteneğine göre, belki çok başarılı olmazdı, belki çok para kazanamazdı, belki toplumun değerlerine göre okul-askerlik-iş-evlilik ritüelini tam zamanında sırasıyla yerine getiremezdi; ama her sabah aslında içinde hiç olmak istemediği, başkalarının hayallerini yaşadığı dünyasına mutsuz ve hevessiz kalkmak zorunda kalmazdı. Bilirsin, sabah uyanması için bir sebebi olmalı insanın.

İşinde başarılı ve sevilen insanlara dikkat edin, hepsi işini görece seven insanlar. Vergi dairesindeki memurun, dinmeyen baş ağrılarınıza şifa aradığınız doktorun, çocuğunuzun her gün belki de sizden daha fazla gördüğü öğretmeninin, simit almaya gittiğiniz fırıncının gözlerinin içine bakın. Işıldayan bir çift gözle mi, yoksa rengi solmuş donuk bakışlarla mı karşılaşıyorsunuz? Hep söylüyoruz ya, herkes işini iyi yapsa memlekette sorun falan kalmaz. Doğru da, peki ya yapmak zorunda olduğu işi asgari düzeyde dahi sevmiyorsa? Çocuklarınızı iyi tanıyın ve onlara kendilerini tanımaları için uygun zeminler hazırlayın. Yetenek ve eğilimlerine, kapasitelerine ve gerçeklerine göre okullara yönlendirin. Evebeyn olmak ciddi bir iştir, farkına varın. Kendinize hayırlı, topluma faydalı, torunlarınıza aklı başında evebeyn olacak bireyler yetiştirmenin sırrı sizde. Elbette çocuklarınız için en iyisini istiyorsunuz, o yüzden tiksinse de mühendis, doktor olmaları için uğraşıyorsunuz ama iyi niyet her zaman yeterli değil, artık yüzleşin. Anne olmak, baba olmak ciddi bir iştir, farkında olun.


 Merve Ayvaz