28 Aralık 2014 Pazar

Kişiliğimi Kaybettim Bulan Var Mı?


Her çağın kendine has özellikler taşıması ve bu özelliklere göre adlandırılması sanırım edebiyatçıların,felsefecilerin ya da politikacıların işini kolaylaştırdığından olsa gerek,hadi şu yüzyıla da şu ismi verelim deyip,21. Yüzyılı da ‘Dijital Çağ’ olarak adlandırmaya başladılar.

Bu çağın benim için önemini soracak olursanız; ‘Mezar taşımda yazacak ölüm tarihimin ilk iki rakamını biliyor olmam’ derdim.İşin şaka boyutu bir yana,Twitter,Tumblr,Pinterest,Instagram,Facebook kullanan biri olarak çok dijital bir çağda yaşadığımızı söyleyebiliriz,pek akıllı telefonlarımız ve tabletlerimiz sayesinde.

Lakin bu dijital dünya herkesi öyle özgürleştirdi ki,herkes çok sorumsuz ve çok niteliksiz bir kişiliğe bürünmeye başladı.İnsanlar hızla sosyal ağlar da en çok beğenilen insan olmak için kendi kişilikleriyle değil onların kişilikleriyle yaşamaya başladılar. Özellikle de genç insanlar,bir şey olmaktan çok,ünlü olmak için kişiliklerini zihinlerinin en üst rafına kaldırdılar. Ne yazık ki,bu iletişim özgürlüğü edepsizlik ve hayasızlık özgürlüğüne dönüştü. Her yediği yemeği  ve giydiğini instagram da paylaşan,her gittiği yeri FourSquare de check-in yapan,her yaptığını Twitter a yazan,kısacası dünü-bugünü-yarını tek tip olan insan modeli ortaya çıktı.

İşin daha vahim yanı ise,sanal ortamlarda doğru ya da yanlış olduğu tartışılmaksızın paylaşılan haberler,fotoğraflar,düşünceler adeta kocaman bir bilgi kirliliğine yol açtı ve bu sebepten olacak ki,insanlar sadece ‘popüler’ olan yani en fazla ‘like’ alan bilgiye inanır oldular. Ve artık bazı ideolojiler klişeleşirken,bazı kavramlar ideolojileştirilmeye başlandı mesela;’nostaljik bir Osmanlıcılık’, ‘muhafazakarlık’ gibi.

Olayların sadece romantiklik boyutunu alıp,onların hangi kavram ve ideolojilerden geldiğini adeta boşverdik. Olup biteni çok konuştuk,ama olması gerekeni hiç konuşmadık. Yani kısacası dijital çağ diye adlandırdığımız 21.yüzyıl kişiliklerimizin en fazla kaybolduğu,zihinlerimizin en fazla fosilleştiği ve kültürler olarak en çok sömürüldüğümüz bir çağ olarak insanlık tarihin en yüz karası çağı olmaya hak kazandı.

Kişiliklerini kaybeden,aynılaşmaya başlayan insanlar olarak şu soruyu Facebookta durum güncellemesi olarak paylaşmalıyız ‘Kişiliğimi kaybettim bulan var mı?


  
                                                                                  K.Erdemli

Amansız Kargaşa ve Kaşarlı Tostlar


Mayt,bakteri hatta ölü deriler
Sevdalarımız hiç hijyenik değil ve gönlümüzden çıkmayan lekeler
Seni anlamak için okuduğum yönergeler
Hepsi mario ol prensesi kurtar diyor
Rabbülalemin’e sormaya korkuyorum
O bizden  hijyenik sevdalar bekler.

Enflasyon ya da lastik ayakkabı
Sevdaya dahil mi bilmediğim onca şey
 Biraz Cemal Süreya biraz Turgut Uyar
Bilmediğim sokaklar ve içine düştüğüm onca tuzak

Parmaklarımla sayabildiğimi hissediyorken
Ne dolu ne boş bu şehrin içi
Boş bardaklar görüyorum hiç biri taşmıyor
Ne yönden bakarsan bak hüzün  üç boyutlu gözüküyor

Karakter testleri gibi gözümün içine bakıyor
ve açığımı arayan onca dost
Biri yiyor ve kıyamet kopuyor
Sevgilim senin bu şiirde işin ne
Seni zihin okyanuslarımda boğacak bir gemi bekliyor
                                                                                                Gülarman.

21 Aralık 2014 Pazar

Bastığı Yerde Ot Bitmeyen İnsan: Cahil


Bir şeyi ilk kez görme hakkın tektir, bir kez kayıtlarına geçti mi, artık geri dönüşü yoktur. Bu yüzden ilk bakışa paha biçilemez. Bu yüzden ilk kez geldiğim Almanya’nın bu eski başkentinde ilk kez tecrübe edeceğim her an çok değerli, zira yarınlarda hiçbir şey ilk anki gibi olmayacak, duygu çöplüğü baktığım her yeri gölgeleyecek.

Do
ğa ve çocuk sevgisi anneannemden, gezgin ruh anneannemin annesinden miras kalmış bana. Algıda seçiciyim, kuş ve çocuk seslerini, rengarenk çiçekleri ve yeşilin binbir tonunu hiç affetmem baktığım her yerde seçerim. Baktığım yerde bütün bunlardan en az birini görmem, içimdeki kelebekleri uçuşa geçirmeye yeter de artarken, birden fazlasını görüyorsam eğer kelebekler çılgına döner, içimden taşar, uçar, coşar. 

Buraya geldi
ğimden beri tüm kelebeklerim çılgına dönmüş durumda. Perdelerimi kapatmıyorum uyurken, ki sabah uyandığımda ilk gördüğüm bana gülümseyen ağacımın yaprakları olsun. Ağaç dedimse, sanmayın ki şehre uzak kırlık bir alandayım, bilakis şehir meydanına on dakika yürüme mesafesindeyim. Ağaç dedimse, sanmayın ki kolum kadar gövdesi olan yeni yetme vir fidan, bilakis dedem yaşında, yaprakları göğe dokunan devasa, bilge ağaçlar. Arızalı ayaklarıma rağmen geldiğimden beri hemen her gün yürüyüşe çıkıyorum, ki yeşilin binbir tonunda ruhum dinlensin. Yürüyüş yaparken telefonuma değil etrafıma bakıyorum, ki babası koşarken yanında bisikletiyle veya önünde özel pusetinde veya koşuda babasına eşlik eden sarı-mavi çocukları görebileyim. 

Ya
şadığın yer önemlidir, zamanla etkileşirsin. Şehirleşme, ciddi bir iştir; fark etmezsin, ruhuna sirayet eder. Seni sen yapan en önemli unsurlardan biridir. ''Türkiye'de şehir yok. Bizim bir ülkemiz var ama şehrimiz yok. Şehir dediğin şey şöyledir, kaldırımlar olur bir şehirde, bizde kaldırımlar yoktur. Bir şehirde eğer kaldırım yoksa, o şehirde insanın değeri yoktur. Kaldırımın olmaması demek şu demektir; bizim ülkemizde en kıymetli insan, evliyasından sanatçısından filozofuna kadar külüstür bir araba kadar bile değerli değildir. Parklarımız yok. Park dediğin şey şudur; 50 dönüm olur ve şehirde üç tane olur, bazısı 75 dönüm bazısı 100 dönüm olur. Park şu işe yarar; çocukların koşar. Şu anda biz koşamayarak büyümüş çocukların çıldırdığı bir ülkede yaşıyoruz.'' derken fikir sahibi ne demek istiyordu, şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çorum’da geçen kendi çocukluğumu hatırlıyorum, grilerle dolu. Bisikletime binecek yer bulamaz, okul bahçelerindeki küçücük alanlara tıkılıp kalırdım. Toprak, ağaç, yaprak, çiçek; bunlar hep grilerin, egzoz dumanlarının arasında renklerini kaybetmiş, solmuş, sönmüş küçük ayrıntılar...

İster istemez kıyaslama yapıyor, imreniyorum. Bir profesyonel değilim, bilmiyorum, ama belki de mesele çok sevdiğim dostumun söylediği gibidir: ''Onlar sıfırdan o noktaya geliyorlar, biz orada gelişeni alıp monte etmeye çalışıyoruz.'' Neden bizim şehir merkezlerimizde yaşlı, bilge ağaçlarımız yok? Neden her baktığım yer yeni yetme fidanlarla dolu? Anadolu ot bitmez çorak bir yer miydi bizden once? Hayır, bizim bastığımız yerde ot bitmiyor. Biz oturup kendi şehrimize, kendi dokumuza ve kültürümüze en uygun olanı araştırmak, bulmak, seçmek, icabında icat etmek yerine, uygarlık, gelişmişlik, şehirleşme adına dokuları bizimle uyuşmayan bambaşka bir yerden bir parça alıp şehrin metobolizmasının kabul etmesini bekliyoruz. Üstelik de bunu yaparken malesef çoğu zaman bin yıllık tarihi, kültürel miraslarımızı harap ederek şehrin çoktan hazmettiği bir yapıyı ondan koparıp alıyoruz. Evet, ben bir profesyonel değilim, bilmiyorum gerçek şehirlere sahip olabilmemiz için nereden ve nasıl başlamalıyız, ama bir yerden başlamak için çok ciddi sebeplerimiz var, biliyorum. 

                                                                                                    Merve Ayvaz



17 Aralık 2014 Çarşamba

1 DAKİKALIK DÜŞÜNME HAKKI

Yaşadığımız dünya çok farklı yerlere giderken bizler durup olduğumuz yerde kalmıyoruz elbet. Binmişiz bir alamete gidiyoruz bakalım kıyamete doğru..

Sonumuz; hayrola...

Ortası olmayan bir topun üzerindeyiz. Gülenin gözünden yaş akmamış, ağlayanın yüzünde tek kere tesebbüsüm çizgisi görülmemiş.

Kimi elindeki cep telefonunu, arabayı, evi beğenmezken; kimi akşam eve ekmek götürmek derdinde... Şairin de dediği gibi; biri ekmek götürememiş evine, birisi aşk."

Git giden kutuplaşan dünyada anlıyoruz ki çekim kuvvetimizi kaybetmişiz. Ne yangın ne deprem ne savaşa ve ne ölüm bizi bir araya getiremiyor. Ne yazık ki aynı acıya yan yana ağlayamıyoruz, görünmez çizgilerimizi bir adım geçince 'kıyamet'..

Tahammül ve tahayyülü kaybettiğimiz güzel dünyamız. Tamam demeyi unuttuğumuz bir, bir günaydını çok gördüğümüz ve fakat okkalısından küfre sahip et yığınlarının insan olarak adlandırıldığı, merhametin adının dahi unutulduğu güzel dünyamız.

Güzel...

Evet çok güzel... Bütün bunlara sebep olan dünya değil salt insanlar. Sadece.. Neden düşündüğümüzü bilmeden, hatta çoğu kez neyi düşündüğünü dahi unutup...

Sözüm ona hayvan hakları uzmanın verdiği konferansta kedilerin öneminden bahsedip, ardından kısırlaştırılmaları bunun sokak kedileri için tek çözüm olduğunu söylüyor...

Kabus!...

Hayvanlar arasında bile 'kast' artık... Ev kedileri temiz ve karınları tok bu sebeple onlar yaşamalılar, sokak kedileri ise fazlalık. Koca dünyada 3-5 kedilik yer yok çünkü. Dünyada var fakat kalplerimiz taş kesmiş artık, vicdanlarda yok.

Hayır sadece kediler değil çocuklar arasında bile... En son ne zaman sokakta oynayan bir göçmen çocuğun saçlarını okşadınız? Ya da kendi çocuklarınızın onlarla oynamasına izin verdiniz? Yoksa sadece bitten mi korktunuz?

Allah'ım bu nasıl bir karabasan bir an evvel uyansak bu uykudan..

Çocukların bile arasında uçurum.

Tehlike yamacımızda dünya bir yana iki sokak arasında milyon fark...

Biri hayattın ciddiyetinden ezilmiş, biri dönen bir topun üzerinde ne kadar ciddi olabilirim diyen iki genç.

"Hayat bir gün; o da bugün" anlayışının tırmanıp, kitap okumanın ayıplandığı bir evren. Bu kadar zıt...

Evet dünyanın çekim gücü bile bizi birleştirmeye yetmiyor artık. Zaman belki dibe batıp çıkma belki de battığımız bataklığa saplanma vakti..

Son soru "her koyun kendi bacağından asılır fakat kokusu.." Evet kokusu ne olur?
     
                                                                                                             Cemre İPEKLİ

12 Aralık 2014 Cuma

"O"

Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.
Asil bir direnişin kahramanları,
Ketum, inatçı rüzgarlara misilleme yaparak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Bir kırmızı, bir beyaz, bir, iki, üç…
Yaprak yaprak dökülen günlerde,
İnatla, solmuş tüm renklere bütün ışıltısıyla rengarenk
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

 Yapraklarında umudu gizleyen,
Polenlerinde pul pul analık besleyen
Tüm boşvermişliklere isyan bayrağı kaldırarak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Yeşile gözlerini yumanlara,
Omurgasını her işte bükenlere
Nuru ateşte bulanlara diken batırarak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Bu bir gül, bir tomurcuk!
Kızılında baharı anlatan,
Kokusunda ubudiyeti hissettiren
Bu bir gül, bir tomurcuk; hazan mevsiminde filizlenen.

                                          Zeynep Büşra Yavuz

8 Aralık 2014 Pazartesi

Son Çare


            Hep bir umutlar silsilesi değil mi ki zaman, kimine göre gerçek kimine göre hayal olan. Hayat elbette ki kaderin bir tezahürü lakin Mevlana hazretlerinin de söylediği gibi, kader yolun tamamını değil sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.

Sisli bir İstanbul sabahında koşuşturmaca hâkim. Çocuklar, gençler, yaşlılar, türlü türlü umutlarla ve bir o kadar kaygıyla yola koyulmuş. Kasım ayının o sert soğuklarına inat yine kalabalık bir İstanbul sabahı. Balık ekmekçilerde akşamdan kalmış birkaç parça için Eminönü’ne doğru martılar birbiriyle yarışırken, kalabalık da otobüslere, tramvaya, metrobüse doğru telaşla ilerliyor.

Tarihin eskitemediği yollar yine tam mesaide ve yine muzdarip üzerlerindeki motor seslerinden. Taksim Tarlabaşı yolu da o yollardan sadece biri ve şimdilerde umudunu kaybetmemiş ya da kaybetmemekten başka çaresi olmayan savaş mağduru Suriyeli çocukların hayata tutunmaya çalıştıkları son dal, son umut kapısı olmuş.
            
            Kimi bir gecekondudan kimi bir harabeden, ağzına bir lokma almadan gün ışığıyla birlikte, 'belki bir kaç kuruş verir birisi ' umuduyla, soğuğa aldırış etmeden yolun iki yanına, Tarlabaşı’ nın o dar sokaklarından çıkmaya başladılar. Kaçımız aç kaldık ki, kaçımız bu denli çaresiz kaldık?  Bir çift ayakkabı onlar için oldukça lüks. Çoğunda terlik var, kimi de yalın ayak. Sis yavaş yavaş kaybolmak istese de egzoz dumanı bırakmıyor yakasını. Boğaziçi’nden arada ılık bir esinti gelse de beton çok soğuk…
              
            Dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, kaldırımda yavaş adımlarla ilerlerken gelen geçenle göz teması kuruyor sadece, o biraz şanslı diğerlerine göre, ayakkabıları var, elinden geldiğince çabalıyor belki bir kaç kuruş verir birisi. Ara sıra üç- beş kuruş bir şeyler veren olsa da kimse umursamıyor. Eskimiş bir hırka var üzerinde ama nafile. Soğuk minik ellerini çoktan uyuşturmuş. Yolun iki yanındaki dükkânlara alınmayacağının da bilincinde, kim bilir kaç kere azar işitti onlardan, ama acının ırkı, dili, mezhebi; insanlığın rengi olmaz. Çaresiz gözlerle etrafa bakıyor. Yolda uzun bir kuyruk oluşturmuş kırmızı ışıkta bekleyen arabalar ve hemen dibinde bir halk otobüsü. Çocuk yeşil ışığın birkaç saniyesi kaldığına aldırış etmeden uyuşmuş ellerini üç beş kuruşa yeniden açabilme umuduyla çareyi hemen dibindeki otobüsün egzozunda buluyor. Son bir umut, son bir çare.
            
            Egzoz dumanıyla ısınmak… Kaçımızın son umudu oldu ki, kaçımızın son umudu böyle oldu ki diye düşünüyor insan. Sahip olamadıklarımıza isyan ettiğimiz kadar, sahip olduklarımıza şükrettik mi hiç diye sorgulamadan geçemiyor insan. Acaba o an sadece bir fotoğraf karesi mi yoksa bir insanlık dramının hülasası, zulmün acı bir tasviri olarak mı insanlığın zihnine kazındı, sormadan geçemiyor insan zerre insanlık kalmışsa, vesselam.

                                                                                     Nurullah AKTÜRK

20 Kasım 2014 Perşembe

                                                                                              
Şehrin Kuşattıkları
                                                              -Hayat uygulamaya geçmeyen bir intiharı filme almak gibidir-

Şehri bir milyon adamla kuşattık
Siyasetinde bin bir surat,hocalarında bin bir hikaye,
öğrencilerinde ibreti alınmamış bin bir ders olan bu şehri
Biz bu şehri sadece yarım saatliğine kuşattık
En güzel burcuna bayrak dikilmemiş bu şehirde
Bayraklara sararlardı taze cenazeleri
Biz gelir gelmez yalnızlığımıza sarıldık
Bu şehir bize ekmek verdi bu şehir bize modernite
Bu şehir 160 karakter verdi savaşçılara
İçlerindeki yalnızlığı fethetsinler diye,hepsi dağıldılar
Ben bu şehrin en zalim burcuna saklandım
Oyuna geldik,bize kadınları anlattılar
Yüzleri boyalı elleri ojeli kamufle savaşçılar
Onları bize en güzel mevzi diye anlattılar
Mevzinin içinde ya da dışında, kurşunlar delip geçiyordu
Dayanacak gücümüz yoktu,
Sevdiğimiz kadınları sıfırla çarptık şiddete karşı olduğumuz halde
Susulan her şeyin konuştuklarımıza bedel
Bedeli ödenmemiş her duygunun ızdırap olduğu kentte
Gücümüz yoktu ne şehri,ne kadınları ne de kitapları fethetmeye
Şiiri gece yaptık,geceyi üstümüze kapattık
                                                                                  Emre G.

16 Kasım 2014 Pazar

İmtihan

Yol ayrıma gebe kaldı gece
Akıl mağlup her vakit
İlanı beyaz bayrakla
Eneye galip kalp ile hece.

Münakaşaya giren iki dev
İki heybetli pehlivan
Kalp ve vicdan
Son dakika! Bir oğlak bir boğayı devirdi.

Nur topu gibi bir yol ayrımı doğurdu gündüz
Gözyaşı taştı bardaktan.
Zor bir doğumdu müjde son
Hangi sona gebe bu akreple yelkovan?

Münakaşayı sonlandıran iki dev
Bir cevapla çözüldü bulmaca.
Bir cevabın bedeli
Binler cevapsız sual oldu.

Akıl labirentlerde kaybolan piyon.
Aramak yüreğe meslek!
Cevapları çaldı gece yarısı,
Kaçtı gitti, Kaf dağına bir yabancı.

Vicdanı tetikleyen kör olası merhamet
Tek bir cevap daha kaç sual ister?
Akrep ve yelkovanla oynanan saklambaç
Daha kaç kurbanı eler?

Kaç, uzaklaş, koş!
Kaçılmıyor işte insanın içinden.
Bu ne karmaşık düğüm,
Çözülmüyor ki kalp tamam olmadan.

                               Zeynep Büşra Yavuz



30 Ekim 2014 Perşembe

ÖZETLE


06.00
Standart bir sabaha hazırlanıyor yorgun şehir. Gün yeni yeni doğuyor, tan kızıl... Simitçiler ellerinin değmediği sıcacık simitleri tezgaha taşıma derdinde; öte yanda çorba kazanlarının altı yanmış. Kim bilir kimler günün ilk çayını ateşe koymuş.

08.00
Daha rahat bir hayat için feragat edilen sahici özgürlükler. Alarma dayalı hayat.. Kahvaltı yapılmadan terkedilen evler, uykusuna doyamamış çocuklar. Anne yerine sarılınan markalı oyuncak bebekler.

12.00
Karın doyurmak için bahşedilen vakit. Alelade yenilen fast-foodlar... Biraz da twitter, face. İki lokma sohbetin bile gerisinde yürütülen sanal dostluklar.

13.00

Mesai yeniden; soluksuz çalışma. Bir nefes almaya izin var, şanslıysanız birkaç bardak da demli çaya.. Cam kenarındaysa masa karbonmonoksit yüklü gökyüzüne de kaçamak bir bakış; değilse o da yok.

17.00
Bitti gün. Bomboşken dopdolu hem de.  Tıpkı tıkabasa dolu otobüste muavinin gördüğü boşluk gibi. Olmayan ama var olduğu sanılan, var olduğuna inanılan...

18.30
Saat geç oldu.Beyazıt işportacıları aldılar yerlerini. Akşam yemeği ve çocuklarla tanışmak zamanı yeniden; 2 belki 3 saatliğine. Bir de taze demlenmiş çay; içilecek vakit olmasa da..

23.00
Kabuğuna çekilme zamanı. İç hesaplaşmaların vakti. Hoşgeldin vicdan tınısı. Hayat kirliğinin hayâ kirliliğine dönüşmemesi için bizi  bırakma olur mu?

                                                                            Cemre İpekli


18 Ekim 2014 Cumartesi

Yağmurla Hasbihal

Güzeldin yağmur yakıştın İstanbul'a
Beni de yarle bir yanına yakıştırsana
Yağ- dur üstümüze rahmet derler sana
Aşıklar için senin her bir damlan hatıra.

Güzeldin yağmur, aşıktın sırılsıklam
Biraz hüznün de vardı ağlarsın akşam
Herkese rahmet oldun da kendini mi unuttun
Yağmur sen gönlünü ferah tut , bir yanınla umuttun.


Yarle bize bakma biz bilmeyiz ki halimizi.
Şiir yazdık böyle döktük içimizi.
Bir bardak çayın yanına iliştirdik , okuduk Kur’an.
Yağmur yakıyorsun ıslatmıyorsun sen de durma yan.
                                        Ersin Boztepe

9 Ekim 2014 Perşembe

Gitmek


Gitmek fiili kaçırsın istiyorum beni.
Bir şiiri siper edinmek gerek.
Etrafımı sarmış çağın işgalcileri.
Uygun adım sayarak gitmek.

Giz olmak belki en derin sularda.
Üşütmez sanma seni kalbine giydirdiğin yelek.
Hey gitmek gel gidelim hem de çok uzaklara.
Kalbim ey sabret bahar mutlaka gelecek.

Gitmek ve ısınmak çay bardaklarıyla
Boş bir masa birazdan çay teşrif edecek
Modernizme baş kaldırıdır hasbihal kitaplarla
Bir kitap karakterine mi bürünsek ?

Sekip durmasın kalmak içimizde
Ne dersin uygun adım mı gitsek?
Sonbahar da gidecek hatta eylül bile.
Ne de olsa her şey bize veda edecek.
                                   Ersin Boztepe

28 Eylül 2014 Pazar

BEKLEYİŞ

Karanlık caddelerde yürüyorum bir başıma
Önümde yanıp sönen  bir lamba..
Hafifte bir rüzgar var şimdi
Buralarda mevsim Ankara.

Esiyor rüzgar garip notalarla
Eşlik ediyor saçlarım
Ona bir o yana bir bu yana
Yapraklar lisanları ile anlatıyor seni
Ben ki bu lisan ile mest oluyorum

Sessiz sedasız yürüyorum
Ama an geliyor bağırmak istiyorum seni
Caddeler yolunca..
Bir şey engel oluyor çığlıklarıma
Seni ifade edemiyorum.
Anlatamıyorum seni sonbaharına..
Ama yinede yakıyorum loş bir lamba karanlığa

Yağmurda başladı şimdi burada
Aldırmıyor ıslanıyorum tıpkı kağıt ve kalem gibi
Gecede olsa bekliyorum gök kuşağının gelişini
Gelmiyor, tıpkı senin de gelmeyişin gibi.
Olsun yinede yakıyorum karanlığa loş bir lamba..

                                 Taha Kılıç

25 Eylül 2014 Perşembe

BİR MEVHÛM SÖZCÜKTÜR KENDİLERİ:ZAMAN

Zaman... Bir mevhûm sözcük...
Gün içerisinde onlarca kez kullandığımız bu sözcük ne anlama gelir acaba?. TDK'ye göre "Bir işin bir oluşun içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu vakit, süre." Bir başka kaynak ise "Bir sürenin belirli bir parçası, vakit." olarak tanımlar. Peki bu mudur sahiden? Sahiden zamanın anlamı bu kadar sınırlı mıdır? Nacizhane bendenize göre hayır!..
Zaman bir andan daha fazlası; duvar saatinin gösterdiği ile sınırlı değil.
Zaman; önemini yaşadıktan sonra farkettiğimiz anılar arasına karışmasınlar diye sıkıştırdığımız bir ayıraç bence. Bizim veya diğerlerinin ya içinde olduğumuz ya dışında...
Doğum mesela... Hikayenin başlangıcı. Geri kalanları yaşabilmek için olması gereken doğum zamanı; mart, eylül veya aylardan kasım...
Ağızdan çıkan ilk sözcük: baba,dede veya anne... Konuştuğu zaman.
Yürüdüğü zaman..
Okula başladığı gün, ilk karne...
İlk ayrılık zamanı, özlemle girilen ilk mücadele. Yoksa zafer mi?..
İlk acıma hissi, ilk vicdan veya vicdan azabı...
Sonra ilklerin peşine takılan sıradan olağandışılıklar...
Lise zamanları mesela. İnsan hayatında en özel dönem olarak tanımlanır bana ve birkaç psikologa göre. Mükemmel dostlukların da kurulduğu, dostun arkandan vurmasının ne demek olduğunun da öğrenildiği zamanlar... Farklı deneyimler:Okuldan ilk kaçış ya da karnenin ilk kırığı...
Büyüme zamanı...
Pembe görünümlü hayat lise zamanlarında siyah ya lise sonrasında grileşiyor. Ve evet zaman grileşiyor...
Savaş zamanları. Açlık,ölüm, öksüz, yetim.. Ağzı, gözü açık duyumsuzların yaşadığı zamanlar. Bir de içinde nebze insanlık kırıntısına sahip olanların duyumsamamak adına ağızlarını, gözlerini, kulaklarının kapattıkları zamanlar. Vicdan zamanları ya da vicdan azapları...
"Zaman geçtikçe hafifleyecek yerde daha ziyade ağırlaşan bir vicdan azabı duyarım." Ben de. Çünkü pişmanlıklar, keşkeler, vahlar, tühler.. Evet ilerleyen zamanda artan vicdan azabını tetikleyenler.
Ölüm zamanı. Ya da yeni bir hayatın doğum günü.. Hem bir hoşçakal vedası hem bir merhaba nidası!..
Zaman...
Sonsuz noktanın bir araya gelerek oluşturduğu doğru parçasında her bir nokta arasına konan virgül...
Zaman! Yazılan her şiire ilham olmuş anın ayıracı; her denemenin konusunun perde arkası; her öykünün kurgulandığı zihnin parçası...
Zaman Türkçede 2 hece, edebiyatta binlerce şiir, öykü, deneme...
Uyku tutmayan bir gecede duran saniye çizgisi ya da hiperaktif bir çocuğun bir gününde 3 tam tur atan duvar saati
Zaman: bir arkadaş, bir haykırış veya bir itiraf vakti...
                                                                     
                                                                                                         Cemre İpekli



11 Eylül 2014 Perşembe

Mevsimlerin Ahengi

Eylül işte namı diyar hüznün annesi
Ekim hüznün arka perdesi
Kasım soğuk rüzgarların dillenen ninnisi
Aralık terk edilmelerin ve soğuğun kar tanesi
Kat kat elbiselerin üstlere giyinilmesi
Fayda etmiyor işte bu ruhun üşümesi
Kalbin hazan yeli, kalbin soğuk teni
Ve sonbahar
Ve Kış
Veriyor vedaların meyvesi
Bilmezler kalbinin dışarısında yatanın gündüzünü gecesini
Mevsimlerin insanlar üzerindeki ahengini
Hani görmüyorlar baksana soğuğun terini
Akıtmışlar boş yere kalplerinin ferini
Şairler mevsimlere boş yere bu kadar önem vermedi
Her mevsim bir başlangıç ve bir sonun hikayesi
Dinle,
Dinlemeyi bilmeli.
Ve bu mevsimlerde boş kalır salıncaklar
Hep bu mevsimlerde mi onlar anılacaklar
Aşık olanlar mı hep salıncakta salınacaklar
Siz boş bırakmayın Ey saf masum çocuklar. 

Ersin Boztepe 

29 Ağustos 2014 Cuma

Güzel İnsan'a

3.
Bir şiir ve bana bir bisiklet ve büyük ada.
Üsküdar'ı severim , Kadıköy ruhsuz ama..
Orada ve oradadır adalar iskelesi.
Bir de mitinge katılmıştım agd’nin orada.
Bana bir şiir bir bisiklet ve sen gerekli aslında.
Şiir senin için , bisiklet bizim için, vapuru kaçırma.
Denizi severim , lakin daha çok severim karşı kıyıdaki minareleri.
Ve ezan okunsun duralım beraber namaza.

Bisiklet lazım ve de şiir , haliyle biraz para.
Kitaplar ne de güzel sarılmışken kollarıyla sana.
İsterdim okumayı , okuduğun kitaplarda altı çizilenleri..
Seni nasip etti Mevla , üstünü çizdiğim bir çok hayattan sonra.

                                                                          Ersin Boztepe

26 Ağustos 2014 Salı

Galata- Kızılay

Sen tanıdığım en büyük yara bandıydın Galata
Mıh gibi saplamışlardı seni geçmiş zamandan birileri
Biz sana ulaşmaya üşenirdik
Bir de rivayet çıkarmışlar hakkında
Çıkanlar mutlaka evlenir
Galata deşmek istemiyorum yaramı
Ama kanıyor hala

Kızılayda çok gitmediğim bir kahve dükkanı
Otobüslerde bana bile yer vermeyen kalbim var
O şehre yeni gelmişti sonbahar
Çok da anlatmak istemiyorum
Aklımda onun hayali var

Ne uzun bir garipliği anlatıyorum
Çıkmak istemediğim labirentler
Ona her şeyden bahsetmek istiyorum
Bak bu kuş, bu rüzgar,burada amin diyenler
Bugün onun doğum günü
Kızılaydan Galata’ya giden en kısa mesafe ve iki ucunda hasret var
                                                            Emre Gülarman

Güzel İnsan' a

2.
Şuraya bir şiir , şuraya bir aşk ve sen
Ben de usulca bu kareye gizleneyim mi ne 
Bir bisiklet , balat , Eyüb'e doğru sahil boyunca.
Gözlerim öpebilir belki de gözlerinden

Şimdi öpmek yazılınca çok ahlaki bir şiir olmayacak sanma.
Yanağım kızardı bak gör şimdiden
Sabah kahvaltısı , simidi ve çayı da unutma.
Martılar da açıkmış mıdır ne dersin? 

Bakma kafiyeye dikkat etmez oldum şu aralar.
Hüznüm de terk etti sen gelince.
Hey hüznüm bisikletimi geri getir, emanet o bisikletçiden
Şiir yazmaya yeltendim affet gülüşünü unutmuşum ben.

                                                                   Ersin Boztepe

21 Ağustos 2014 Perşembe

Tek Kişilik Dev Kadro

“Uyan artık sabah oldu,hadi okula geç kalacaksın…
 Kahvaltıyı hazırladım,hadi kalk çayını soğutma!”

    Bu sözlerin sahibinin kimler olduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Her sabah kurulu bir alarm gibi aynı saatte başımıza dikilip türlü türlü ikna cümleleriyle bizi gün içinde en rahat hissettiğimiz mekandan ayırmaya çalışan kişiler,ya da genel bir tabirle “annelerimiz.” 

   Anneler ve kadın olmak hakkında çok yazılar yazılmıştır tıpkı benim şuan da yazıyor olduğum gibi; bir kadını kutsal kılan ‘annelik’ sıfatıyla alakalı,anneye verilen ya da verilmeyen değerlerle alakalı yazılar falan filan...okumuşuzdur muhakkak! Okumamışta olabilirsiniz,ama şuna eminim ki ilk okul sıralarında 'Anneler Günü' için renkli kağıtlardan ve simli tutkallardan
 
       ' SENİ ÇOK SEVİYORUM ANNE,ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN.'

 diye bir hediye hazırlamışsınızdır.

    Şimdi bunlardan bahsetmek yerine bir çocuğun 'anne' dediğimiz kadına bakış açısına bakalım istiyorum,dünya kurulduğundan bu yana anne ve babası olmadan dünyaya gelen yegane insanın Adem olduğunu biliyoruz. Ve bizler Adem’den bu yana Allah'ın bir lütfu olarak anne-baba olan çiftlere verilen hediyeleriz,evet yanlış duymadınız bizler birer lütfuz.
    Her ne kadar annemizin bize “Off! Bıktım artık senle uğraşmaktan,gitsen de kurtulsam.” ya da babamızın “Beni ayağa kaldırmayın ,hepinizi sıra dayağına çekerim.”  gibi serzenişlerini duysak bile,bu bizim 9 ay 10 gün kargo gecikmeli  bir hediye olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor,ha tabi bu hediyenin kıymetini bilmekle,bilmemek apayrı bir konu…
   
    Bir anket  yapsak ve çocuklardan annelerini bir-iki kelimeyle anlatmalarını istesek duyacağımız cevaplardan bir kaçı şöyle olacaktır;

  “Çamaşır yıkayıcı,evi temizleyici,saç tarayıcı,aşçı,ütücü,eğlenceli,alarm gibi,bulaşık yıkayıcı,mutluluk verici,baş belası,komik,sevgi kaynağı,huzur verici,koruyucu meleğim…vesaire vesaire vesaire…”

    Evet, bir ‘anne’ sıfatının önüne milyonlarca isim getirip onu bir zincirleme isim tamlaması ya da sıfat tamlaması olarak tanımlayabiliriz,artık siz nasıl tanımlamak isterseniz.
    
    Peki sizlere soruyorum, biz çocuklar annelerimizi her sıfatla tanımlayabiliyorken ve onların herşeyimizle ilgilenmeye çaba gösterdiklerini görüyorken neden onlara karşı bu kadar kayıtsız bir tutum içindeyiz?

    Her gün eve geldiğimizde bizi kapıda karşılaması,biz elimizi yüzümüzü yıkıyorken onun sofrayı hazırlıyor olması,eşyalarımızı dolapta ütülü bulmamız,attığımız çorapları ve pijamaları etraftan topluyor olması,kahvaltıyı hazırlaması,saatlerce uyanmanız için bahaneler uyduruyor olması,başımız ağrıdığında ‘Anne beni bi okusana nazar değdi galiba..' dediğimizde bizim için dua ediyor olması,her gün evden çıkarken arkamızdan Ayet-el kürsüler okuyup sizi Allah’a emanet ediyor olması ve aklımıza gelmeyen birçok şeyi yapıyor olması mı,bizleri annelerimize karşı bu denli duyarsız ve kayıtsız kılıyor?
   Büyüyen bir çocuk olarak anlamını yeni yeni kavramaya başladığım terim “annelik”tir. Her gün etrafımızda olduğu için varlığını hissedemediğimiz,ama evden ayrıldıktan sonra yokluğunda varlığını kavradığımız annelerimiz. Ve şunu samimiyetimle söylüyorum ki,bir kadın için hiçbir sıfat yoktur ki, ‘anne’ sıfatı kadar ağır ve sorumluluk dolu olsun…

Bu yüzden sizlere küçük bir tavsiye;gün içinde milyon kez ‘anne’ diye seslendiğiniz kadına “hediye” olarak verilen bir evlat olmaya çalışın!!


                                                                                                                               Kübranur Erdemli