8 Aralık 2014 Pazartesi

Son Çare


            Hep bir umutlar silsilesi değil mi ki zaman, kimine göre gerçek kimine göre hayal olan. Hayat elbette ki kaderin bir tezahürü lakin Mevlana hazretlerinin de söylediği gibi, kader yolun tamamını değil sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.

Sisli bir İstanbul sabahında koşuşturmaca hâkim. Çocuklar, gençler, yaşlılar, türlü türlü umutlarla ve bir o kadar kaygıyla yola koyulmuş. Kasım ayının o sert soğuklarına inat yine kalabalık bir İstanbul sabahı. Balık ekmekçilerde akşamdan kalmış birkaç parça için Eminönü’ne doğru martılar birbiriyle yarışırken, kalabalık da otobüslere, tramvaya, metrobüse doğru telaşla ilerliyor.

Tarihin eskitemediği yollar yine tam mesaide ve yine muzdarip üzerlerindeki motor seslerinden. Taksim Tarlabaşı yolu da o yollardan sadece biri ve şimdilerde umudunu kaybetmemiş ya da kaybetmemekten başka çaresi olmayan savaş mağduru Suriyeli çocukların hayata tutunmaya çalıştıkları son dal, son umut kapısı olmuş.
            
            Kimi bir gecekondudan kimi bir harabeden, ağzına bir lokma almadan gün ışığıyla birlikte, 'belki bir kaç kuruş verir birisi ' umuduyla, soğuğa aldırış etmeden yolun iki yanına, Tarlabaşı’ nın o dar sokaklarından çıkmaya başladılar. Kaçımız aç kaldık ki, kaçımız bu denli çaresiz kaldık?  Bir çift ayakkabı onlar için oldukça lüks. Çoğunda terlik var, kimi de yalın ayak. Sis yavaş yavaş kaybolmak istese de egzoz dumanı bırakmıyor yakasını. Boğaziçi’nden arada ılık bir esinti gelse de beton çok soğuk…
              
            Dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, kaldırımda yavaş adımlarla ilerlerken gelen geçenle göz teması kuruyor sadece, o biraz şanslı diğerlerine göre, ayakkabıları var, elinden geldiğince çabalıyor belki bir kaç kuruş verir birisi. Ara sıra üç- beş kuruş bir şeyler veren olsa da kimse umursamıyor. Eskimiş bir hırka var üzerinde ama nafile. Soğuk minik ellerini çoktan uyuşturmuş. Yolun iki yanındaki dükkânlara alınmayacağının da bilincinde, kim bilir kaç kere azar işitti onlardan, ama acının ırkı, dili, mezhebi; insanlığın rengi olmaz. Çaresiz gözlerle etrafa bakıyor. Yolda uzun bir kuyruk oluşturmuş kırmızı ışıkta bekleyen arabalar ve hemen dibinde bir halk otobüsü. Çocuk yeşil ışığın birkaç saniyesi kaldığına aldırış etmeden uyuşmuş ellerini üç beş kuruşa yeniden açabilme umuduyla çareyi hemen dibindeki otobüsün egzozunda buluyor. Son bir umut, son bir çare.
            
            Egzoz dumanıyla ısınmak… Kaçımızın son umudu oldu ki, kaçımızın son umudu böyle oldu ki diye düşünüyor insan. Sahip olamadıklarımıza isyan ettiğimiz kadar, sahip olduklarımıza şükrettik mi hiç diye sorgulamadan geçemiyor insan. Acaba o an sadece bir fotoğraf karesi mi yoksa bir insanlık dramının hülasası, zulmün acı bir tasviri olarak mı insanlığın zihnine kazındı, sormadan geçemiyor insan zerre insanlık kalmışsa, vesselam.

                                                                                     Nurullah AKTÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder