29 Ağustos 2014 Cuma

Güzel İnsan'a

3.
Bir şiir ve bana bir bisiklet ve büyük ada.
Üsküdar'ı severim , Kadıköy ruhsuz ama..
Orada ve oradadır adalar iskelesi.
Bir de mitinge katılmıştım agd’nin orada.
Bana bir şiir bir bisiklet ve sen gerekli aslında.
Şiir senin için , bisiklet bizim için, vapuru kaçırma.
Denizi severim , lakin daha çok severim karşı kıyıdaki minareleri.
Ve ezan okunsun duralım beraber namaza.

Bisiklet lazım ve de şiir , haliyle biraz para.
Kitaplar ne de güzel sarılmışken kollarıyla sana.
İsterdim okumayı , okuduğun kitaplarda altı çizilenleri..
Seni nasip etti Mevla , üstünü çizdiğim bir çok hayattan sonra.

                                                                          Ersin Boztepe

26 Ağustos 2014 Salı

Galata- Kızılay

Sen tanıdığım en büyük yara bandıydın Galata
Mıh gibi saplamışlardı seni geçmiş zamandan birileri
Biz sana ulaşmaya üşenirdik
Bir de rivayet çıkarmışlar hakkında
Çıkanlar mutlaka evlenir
Galata deşmek istemiyorum yaramı
Ama kanıyor hala

Kızılayda çok gitmediğim bir kahve dükkanı
Otobüslerde bana bile yer vermeyen kalbim var
O şehre yeni gelmişti sonbahar
Çok da anlatmak istemiyorum
Aklımda onun hayali var

Ne uzun bir garipliği anlatıyorum
Çıkmak istemediğim labirentler
Ona her şeyden bahsetmek istiyorum
Bak bu kuş, bu rüzgar,burada amin diyenler
Bugün onun doğum günü
Kızılaydan Galata’ya giden en kısa mesafe ve iki ucunda hasret var
                                                            Emre Gülarman

Güzel İnsan' a

2.
Şuraya bir şiir , şuraya bir aşk ve sen
Ben de usulca bu kareye gizleneyim mi ne 
Bir bisiklet , balat , Eyüb'e doğru sahil boyunca.
Gözlerim öpebilir belki de gözlerinden

Şimdi öpmek yazılınca çok ahlaki bir şiir olmayacak sanma.
Yanağım kızardı bak gör şimdiden
Sabah kahvaltısı , simidi ve çayı da unutma.
Martılar da açıkmış mıdır ne dersin? 

Bakma kafiyeye dikkat etmez oldum şu aralar.
Hüznüm de terk etti sen gelince.
Hey hüznüm bisikletimi geri getir, emanet o bisikletçiden
Şiir yazmaya yeltendim affet gülüşünü unutmuşum ben.

                                                                   Ersin Boztepe

21 Ağustos 2014 Perşembe

Tek Kişilik Dev Kadro

“Uyan artık sabah oldu,hadi okula geç kalacaksın…
 Kahvaltıyı hazırladım,hadi kalk çayını soğutma!”

    Bu sözlerin sahibinin kimler olduğunu az çok hepimiz biliyoruz. Her sabah kurulu bir alarm gibi aynı saatte başımıza dikilip türlü türlü ikna cümleleriyle bizi gün içinde en rahat hissettiğimiz mekandan ayırmaya çalışan kişiler,ya da genel bir tabirle “annelerimiz.” 

   Anneler ve kadın olmak hakkında çok yazılar yazılmıştır tıpkı benim şuan da yazıyor olduğum gibi; bir kadını kutsal kılan ‘annelik’ sıfatıyla alakalı,anneye verilen ya da verilmeyen değerlerle alakalı yazılar falan filan...okumuşuzdur muhakkak! Okumamışta olabilirsiniz,ama şuna eminim ki ilk okul sıralarında 'Anneler Günü' için renkli kağıtlardan ve simli tutkallardan
 
       ' SENİ ÇOK SEVİYORUM ANNE,ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN.'

 diye bir hediye hazırlamışsınızdır.

    Şimdi bunlardan bahsetmek yerine bir çocuğun 'anne' dediğimiz kadına bakış açısına bakalım istiyorum,dünya kurulduğundan bu yana anne ve babası olmadan dünyaya gelen yegane insanın Adem olduğunu biliyoruz. Ve bizler Adem’den bu yana Allah'ın bir lütfu olarak anne-baba olan çiftlere verilen hediyeleriz,evet yanlış duymadınız bizler birer lütfuz.
    Her ne kadar annemizin bize “Off! Bıktım artık senle uğraşmaktan,gitsen de kurtulsam.” ya da babamızın “Beni ayağa kaldırmayın ,hepinizi sıra dayağına çekerim.”  gibi serzenişlerini duysak bile,bu bizim 9 ay 10 gün kargo gecikmeli  bir hediye olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor,ha tabi bu hediyenin kıymetini bilmekle,bilmemek apayrı bir konu…
   
    Bir anket  yapsak ve çocuklardan annelerini bir-iki kelimeyle anlatmalarını istesek duyacağımız cevaplardan bir kaçı şöyle olacaktır;

  “Çamaşır yıkayıcı,evi temizleyici,saç tarayıcı,aşçı,ütücü,eğlenceli,alarm gibi,bulaşık yıkayıcı,mutluluk verici,baş belası,komik,sevgi kaynağı,huzur verici,koruyucu meleğim…vesaire vesaire vesaire…”

    Evet, bir ‘anne’ sıfatının önüne milyonlarca isim getirip onu bir zincirleme isim tamlaması ya da sıfat tamlaması olarak tanımlayabiliriz,artık siz nasıl tanımlamak isterseniz.
    
    Peki sizlere soruyorum, biz çocuklar annelerimizi her sıfatla tanımlayabiliyorken ve onların herşeyimizle ilgilenmeye çaba gösterdiklerini görüyorken neden onlara karşı bu kadar kayıtsız bir tutum içindeyiz?

    Her gün eve geldiğimizde bizi kapıda karşılaması,biz elimizi yüzümüzü yıkıyorken onun sofrayı hazırlıyor olması,eşyalarımızı dolapta ütülü bulmamız,attığımız çorapları ve pijamaları etraftan topluyor olması,kahvaltıyı hazırlaması,saatlerce uyanmanız için bahaneler uyduruyor olması,başımız ağrıdığında ‘Anne beni bi okusana nazar değdi galiba..' dediğimizde bizim için dua ediyor olması,her gün evden çıkarken arkamızdan Ayet-el kürsüler okuyup sizi Allah’a emanet ediyor olması ve aklımıza gelmeyen birçok şeyi yapıyor olması mı,bizleri annelerimize karşı bu denli duyarsız ve kayıtsız kılıyor?
   Büyüyen bir çocuk olarak anlamını yeni yeni kavramaya başladığım terim “annelik”tir. Her gün etrafımızda olduğu için varlığını hissedemediğimiz,ama evden ayrıldıktan sonra yokluğunda varlığını kavradığımız annelerimiz. Ve şunu samimiyetimle söylüyorum ki,bir kadın için hiçbir sıfat yoktur ki, ‘anne’ sıfatı kadar ağır ve sorumluluk dolu olsun…

Bu yüzden sizlere küçük bir tavsiye;gün içinde milyon kez ‘anne’ diye seslendiğiniz kadına “hediye” olarak verilen bir evlat olmaya çalışın!!


                                                                                                                               Kübranur Erdemli 

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Güzel İnsan' a

1.
Şimdi bir şiir yazsam ve gözlerinden öpse kelam.
Bir bahar olup seni sevindirsem , çiçekleri açsa ömrünün.
Gözleriniz , gözleriniz öyle güzel ki sükut ediyorum madam.
Kapısını çalmak isterdim usulca , incitmeden gönlünün.

Kafiyeye dikkat edip , şimdi bir şiir yazsam
Korkusu olsam o kalbini istila etmiş hüznünün.
Bir bisikletim olsa ve ben semtini turlasam.
Şimdi fark ettim aşkmış senin gökyüzün.

                                  Ersin Boztepe

17 Ağustos 2014 Pazar

Otobiyografi















Avare yollarda ömür eskiterek
Ölümü bekleyen suskunlar,
Hep durgun ve biçare
Geceden nemalanan baykuşlarız biz.

Sevdanın ikliminde yeşerip
Ayrılığın gölgesinde çürümüş,
Binlerce manifesto ilan edip
Hep yarı yolda kalmışların açık adresiyiz biz.

Arayışlarımızın sınır kapısında
Defolu mal ilan edilip gümrükte kalmış,
Mağlubiyet ve buhranların istisnasız neferi
Kiminin tutunamayanı kiminin erken kaybedeniyiz biz.

Yaşamayı becerememiş
Ölmeyi ise hafife almış
Umutlu ve mutlunun o güzel uyumuna
Eşlik edememiş körebeleriz biz.

Yalnızlıkla senet imzalamış
Dönülmez yollarda kaybolup
Heybesini en seçkin kederlerle doldurmuş
Nadir bulunan bedevileriz biz.

Geceden nemalanan baykuşlarız biz.
Geceye komşu olanların bile tanımadığı.
Romanlaşamamış bir hikâyenin
İçindeki bir satıra saklanmış hayatlarız biz.

Konuşmak anlamsız tekerlemeler gibidir
Susmanın kalesinde, surlara yuva yapmış keşler,
Yaşamadan hayatta kalmak
Nedir iyi biliriz biz.

Zeynep Büşra Yavuz

16 Ağustos 2014 Cumartesi

YARIN ÇOK GEÇ OLMADAN

Sorgulamak için uygun zamanlar bu zamanlar. Sahip olduklarımızın değerlerinin büyüklüğünü, bilmediğimiz şükrün büyüklüğünü...

Sahip olduklarımızın farkında mıyız? Ya da çoğumuzun isyan ettiği türden bir şeye sahip miyiz? Birden böyle yazınca farklı geldi değil mi? Bir anda irkildiniz okurken yazdıklarımı. Fakat ne yazık ki bu kadar vahim durumdayız.

Affola...

Mesela evlerimizden, odalarımızdan, eskiyen eşyalarımızdan, arkadaşlarımızdan, kardeşlerimizden, akşam yemeklerinden, sabah kahvaltılarından vs! Ne kadar da uzun liste...

Bu listeyi çıkarırken düşünürüz de neden bir şikayetin sebebini düşünmeyiz: Yalnızca sahip olduklarımızdan şikayet edebileceğimizi. Yani o eski kıyafetlere, beğenmediğimiz akşam yemeğine sahip olmasak nasıl şikayet ederdik?

İnsan tatmadığının tadını nerden bilebilir ki?..

Yani şükürle şikayet arasındaki ince çizgideyiz. Her ne kadar farkında olmasak da...

Ne yapmalıyız da nasıl anlatmalıyız sebebin şikar değil şükür olduğunu.

Ağaç yaş iken eğilir sözüne binaen yaşken eğilmeyen ağaç ahiri bilemez. Ne suyun kıymetini bilir ne de üzerine bastığı toprağın hatta meyvesinin bile...

Çocukluktan başlamalıyız. Değiştirmenin zorluğundan ise öğretmenin kolaylığına ihtiyacımız var.

Nasıl?

Bir yaşanmışlık kanaatimce. Yalnızca işiten kulak unutur; kulağın işittiğini el yazar, göz okur, ruh hissederse ancak o zaman kazanım olur.

Zor zamanlar mesela! Ya da istediğine sahip olmak için harcanan çaba.

Oyuncak bir bebeğe sahip olabilmek için akıllı uslu bir gün geçirme şartı. Ya da dişçide hiç ağlamama...

Ya da sahip olduklarıyla yetinmeyi öğretme. Bir çikolataya sahipken ikinciye ihtiyacı olmadığını anlatma...

Tabakta bırakılan bir kaşık ıspanağın büyüklüğü; çiftçinin emeği, yağmurun bereketi, babanın alın teri mesela.

Dünya üzerinde her gün açlık yüzünden ölen binlerce insan yaşadığını bilmeli. Ya da hayatı boyunca hiç çikolata yememiş yaşıtları olduğunu...

Şikayet ettiği hayatı birkaç gün yaşayıp sonra canını vermeye razı olacak yüzbinlerce insanla aynı dünyada yaşadığımızı bilmeli, hatırlamalı her vakit.

Bugün yaşadığımız dünya ne yazık ki böyle. Doyumsuz insan yığınları her yerde. Ne paraya doyuyor ne sevgiye ne de kan dökmeye...

Sorumluluk hepimizin. Vakit durup düşünme vakti. Vakit harekete geçme vakti.

Sahip olmanın kıymetinin bilinmesi vakti, paylaşmanın kadrinin bilinmesi vakti.

Öyle inanıyorum ki, bilinçle yetişen çocuktan zarar gelmez; bilakis...

Öğrenilmiş çaresizlik yerine öğretilmiş şükürle büyüyen; farkındalıkların farkında çocuklar..

Her çocuk bir gelecektir.

İyi yetişen bir çocuk ise iyi bir gelecek demektir.

                                                                                                                         Cemre İpekli



10 Ağustos 2014 Pazar

Savrulan-2

Üç noktanın dördüncüsüyüm ve hiçbir yere koyamıyorum kendimi.Hangi cümleyi noktalasam yeni bıkkınlıklara gebeydi ve gitmek o zamanlar tek çare oluyordu. Gitmek her zaman için kısa bir kelimedir.Hangi dile bakarsanız bakın mastarıyla birlikte beş altı harf eder.Ancak o sözcük bazen öyle yer eder ki.Sırttaki kulunç gibi canınızı yaka yaka yerleşir.Onunla yaşamayı öğrenirsiniz.İsmim kulağıma okunurken ezan ve kametle ismimin bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıktığına inanıyorum.Sanki  söylenen tek söz “git” gibi geliyor.Evliya Çelebi nasıl ki rüyasında bocalayıp “Seyahat ya resulallah”dediyse ben de seyahat anneciğim demiştim ancak bu vaadim çok sonraları gerçekleşti.Ayça ben yapamıyorum”deyince anladım aslında ben de yapamıyordum.Neye el atsam elimde kalıyordu.Neye benim desem benden koşar adım uzaklaşıyordu.Benim kulağıma ezanı ve kameti dedem okumuş.Sonra da Raif ismini vermiş.Eğer kendimi bildiğim bir yaşta onu yakalayabilseydim “Raif ne ulan”derdim.Raif diye bebek mi olur.Raif 45 yaşındaki bir miski amber pazarlamacısının ismi olabilir ancak.Takvim yaprağında okudum doğan çocuğa erkekse Emir kızsa Merve ismini öneriyorlar”derdim.Dedem işi biliyordu belki de bu yüzden erken vefat etti.Belki de bu ismin ağırlı altında ya da dünyanın ve 7 milyar küsür insanın ayakları altında ezileceğimi biliyordu kim bilir.Eve gelmek için bindiğim otobüste gerektiğinde yaşlılara,hamilelere yer verin diyordu.Ben ne bana böyle bir isim veren yaşlıya ne de böyle biçimsiz bir oğlan doğuran anneme yer vermezdim.Hak etmiyorlardı.Eve geldiğimde aklımda otobüs ya da dedem yoktu.Hepsi bir anlık düşünceler ilkokulda şaka yapmak için arkadaşlarımın üzerine döktüğüm uçucu mürekkep gibi.Bu beynimi bir süreliğine yiyen düşünceler de mürekkep gibi insanlar üzerinde bir anlık şaşkınlık yaratan sonraysa hiç kimseye sormadan çekip giden havaya karışan mürekkep gibi.Apartmanın dış kapısını anahtarımla açtım,anladığım kadarıyla kapıcı değişmişti.Annem bana her zaman için “Kapıcı deme  apartman görevlisi de”derdi.Ben annemin kelimelerin öylece karşımızda duran somutlaşmış hallerine bu kadar kafayı takmasına anlam veremiyordum, küçüktüm.Hala anlam veremiyorum,hala küçüğüm.Eve de aynı taktiği uyguladım anahtarımı soktum ve girdim.İlk seferde üst kilidin anahtarını isabet ettirmem benim için şaşırtıcıydı.Ama yıllar insana çok şey öğretiyor.Hangi anahtarın hangi kilide uyduğu gibi.Keşke o yıllar hangi insanın hangi insana uyduğunu da öğretselerdi.Belik yıllarca bunu okullarda öğrettiler de ben o derslere girmedim.Belki üniversitelerde bu konuda makaleler yazıldı da üşendim okumadım.Şu Allah’ın belası 7 milyar ve yanındaki milyonlarca küsürü bunu medreseden,yaygın öğretimden ya da açıktan sınavlara girerek öğrendi ama ben bundan mahrum kaldım.Ama suç benim değil ey insanlar bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp bu doğru fakat öğretmemek daha ayıp.Her insana  evinin kapısının önünde kendisinin olmayan bir çift ayakkabı gerek.Bu fikir beni bazen gelip gelip yoklar.Sonrasında Ankara’daki evimizin önünde duran babamın arkasına basarak giydiği ayakkabı gelir.Bir ayakkabı bulunmalı o kesin ve tabi ki kadın ayakkabısı olması daha makbuldür.Eve girdim.Aylardır belki de beni bekleyen lavaboda yüzümü yıkadım.Ne garip siz gidiyorsunuz ama eviniz sizi bekliyor gelir gelmez yüzünüze musluktan o güne kadar beklettiği sudan fışkırtıyor.Ne sorgu var ne de tek bir sual.Geceyi bozan su sesinden başka hiçbir şey yok.Kendimi koltuğa attım kanalları belki de üç defa dolandım.Babam geldi sonra o benim kadar hızlı aşamamıştı çelik kapıyı eve girerken biraz savaş vermişti.Savaştan yorgun düşse de başarmıştı.Tüm engelleri aşarak gelmişti.Hayatımızı nasıl tam ortasından yardıysa kapıyı da öyle yarar gibi geçmişti.Televizyon sesine şaşırdı bir an durakladı.Oturma odasına geldi.Beni gördü.Bir süre inceledikten sonra hayırsız oğlunun aynısı olduğuma kanaat getirince “Geldin mi eşek sıpası”dedi.Annem böyle dese nasıl duygulanırdım”Anne ben geldim hayırsızın”mısrası düşerdi halılara.Ancak babam bana sınıfta bıraktığı öğrencisini sokakta gören matematikçi gibi bakıyordu.”Evet baba geldim”dedim sesimdeki titremeyle.Dolapta yemek var,ekmek var mı bilmiyorum deyip yatak odasına leş gibi sigara kokan üstünü değiştirmeye gitti.Ben de gitmesini iyi bilirdim ancak yatak odasına böyle gitmek her baba yiğidin harcı değildir.Anlaşılan o ki yılların eskitemediği atlet Hüseyin Bey kısa mesafede oğlundan hala daha iyi.
                                                                                                             
                                                                                     Emre Gülarman

5 Ağustos 2014 Salı

Ihtiyarlara yer yok!

Yazin son gunleri,sonbahar havasina kapi aralayan bulutlar,Allahtan aldiklari emirle savasan giden mucahidler gibi gidiyorlardi sehrin uzerine..gokyuzu grinin tonlariyla yeni bir hal almak uzere cok degil en fazla bir iki saat sonra yagmur damlalari yercekimininde etkisiyle topragin yuzunu oksamaya baslar.Iste en cokta bu havalarda sahil kenarinda yurumeyi severim,hicbirseyden korkmayan insanlar gariptir  yagmur yagacagini anladiklarinda bir an once bir yerlere siginmaya ya da islerini acelece bitirip evlerine dogru hizli adimlarla yol almaya calisirlar.Sanirim yagmurdan korkuyorlar. insanlarin  bu telasesini firsat bilip sahil kenarina inerim ve kuvvetle esen ruzgar saclarimi birbirine katarken bende hircin bir sekilde denizi doven dalgalarin arasinda kendimle basbasa kalmanin keyfini cikaririm…
Sahil kenarinda ellerim ceplerimde agir adimlarla yerdeki taslara bakarak ilerlerliyordum,boynumu o kadar cok egmis olacagim ki bir an sirtimin agridigi hissederek durdum ve basimi geriye atarak dik bir vaziyette yoluma devam ettim,denize dogru bakiyordum.Nasilda kiyiya vuruyor dalgalar biraz daha yakin olsam beni alip denizin derinliklerine goturecekler diye dusundum..insan derinliginin ne kadar oldugunu bilmedigi bir su kutlesinin icine dusmekten urperiyor dogrusu,tipki gunluk meselelerdeki gibi..risk aldigimiz hersey bilinmeyen bir su kutlesi gibi; cok az insan cesur davranip o bilinmeyen sulara atar kendini sans ondan yanaysa cesaretinin karsiligi olarak kiyiya vurur,eger degilse coktan rahmetli olmustur…bu sacma dusunceleri aklimdan atmak istercesine elimi saclarimin arasina sokuyor ve ruzgarin dagitmasi yetmezmis gibi birde ben onlari dagitiyordum..
Bir kac adim onumde duran belediye bankini gordum ve usulca kendimi uzerine biraktim,iste suanda denizle basbasaydim,sanki ben denize bakiyorum diye dalgalar bana dans gosterisi yapiyordu. Bu dans gosterisinin tek seyircisi ben oldugum icin hayranlikla onlari izliyordum..Birden yani basimda bir ses duydum ve irkildim,bogazini temizleyerek  ve tok bir sesle:
“kusura bakmayin,oturabilir miyim?” dedi
Nereden cikti bu ihtiyar diye dusundum icimden,surada oturup dalgalarin denizle dansini izlerken bana eslik etmesini isteyecegim en son kisi yanima oturmak icin benden izin istiyordu. Ama adama ;
“Kusura bakmayin,su romantik dakikalari sizinle gecirmek istemiyorum lutfen baska bir banka oturmayi deneyiniz.” Diyemezdim,bu yuzden istemsizde olsa basimi “evet!” manasinda salladim ve ihtiyar herifin yanima oturmasina izin verdim -icimden derin bir ahh! Cekerek-
Butun dikkatim dagilmisti ve beynimde sadece ihtiyarin yanima oturmak istemesiyle beliren bir sinirlilik havasi hakimdi,suraya adam akilli kafami toplamaya gelmisken nerden ciktin be adam diye hayiflaniyordum,biraz once danslarini izledigim dalgalar beni rahatlatmiyor aksine icimdeki sinirlilik halini daha bir artiriyordu…derin bir nefes cektim cigerlerime ve “aman yaa bosver,biraz oturur ben onla konusmayinca da geldigi gibi gider.” Diyerek kendimi telkin etmeye calisiyordum. Ikimizde yanyana oturmus denize bakiyorduk,ben bu zavalli ihtiyar hakkinda kotu seyler dusunurken acaba o benim hakkimda birsey dusunuyor muydu?
Sessiz ve dusuncesiz gecen bir iki dakika sonra susmak ve konusmak arasinda nasil ince cizgiler ve hassasiyetler oldugunun idrakine vardim.
Tum dikkatim ihtiyarin uzerinde toplanmisti,sussam mi yoksa konussam mi diye dusunurken,bana dogru dondu ve:
“Neden burdasin?” diye sordu,nasil bir soruydu simdi bu,bana buradan kalk git mi demek istiyordu.
Bir kac saniye ne cevap verecegimi bilemeden kekeledim ve biraz sinirli bir tonla:
“Kafami toparlamaya geldim.” Diyiverdim. Biraz durdu ve dedi ki:
“O halde burada bulunarak seni rahatsiz ediyorum delikanli.”  ihtiyar sanki icimi okuyor gibiydi,hakkinda dusundugum kotu seyleri de anlamis midir acaba diye biraz utandim ve sessiz kalma hakkimi kullanarak denize dondum. Sessizligimin ne demek oldugunu anlamis olacak ki yasli adam;
“Tamam evlat,seni daha fazla rahatsiz etmeyeyim.” Dedikten sonra dogrulmak icin yavasca bankin demir korkulugundan tutup tum gucunu dizlerine ve beline verdi.
 Oturmak icin benden izin isteyip,daha sonra seni rahatsiz ediyorum diyerek yanimdan ayrilmak niyetinde olan bu ihtiyara karsi birden icimde merhamet duygusu yeserdi,ve :
“Lutfen,beni yanlis anlamayin tabii ki oturabilirsiniz,bank benim degil ya!” dedim. Yasli adam son bir gayretle yerinden dogrulup,denize dogru bakan yuzunu vucuduyla senkronize bir sekilde bana dogru dondurdu,hissettigi uzuntunun vermis oldugu catlak bir sesle;
“Merak etme evlat,ben istenmedigim yerde kalmaya diretmek icin fazla yasliyim..Nasil olsa bu ilk degil,aliskinim ne de olsa!” dedi. Agir ve titrek adimlarla bankin sol yanindan gecerek yavas yavas ilerlerken ben arkasindan bakakaldim.
Gri tonlu gokyuzunun denizle ahengini seyretmek ve biraz olsun kafami toplamak icin geldigim sahilde,icimdeki sikintilardan kurtulacagimi umarken,sanki beni daha fazla sikintiya sokmak istercesine yanima gelip daha sonra da ‘ne de olsa alisikinim!’ diyerek arkasini donup giden ihtiyar adam,icimde uzun zamandir hissetmedigim bir duyguyu filizlendirdi “merhamet”
Yuzumu denize dogru donup” neden ben!” mahiyetinde off..ladim,iyiden iyiye agzimin tadi kacmisti,cebimden telefonumu ve kulakligimi cikarip son gunlerde cokca dinledigim ‘Artic Monkeys-Do I Wanna Know?’ parcasini son ses actim ve bir anlikta olsa tum dusuncelerimi bir buz kalibinin icine koyup dondurmak istedim… Bass sesi kulaklarimdan beynime dogru kucuk dalgalar halinde dagilirken,gozlerim bos bir sekilde denize bakiyor ve ayagimla sarkiya ritim tutturuyordum
---- “Tamam be oglum sende ne hanim evladi ciktin,niye bu kadar takiliyorsun ihtiyarin sozlerine,ne olacak sanki,herkesin hayati mukemmel degil sonucta,hem yaslilar acitasyon yapmayi sever…” ---
Acimasizca kafamin icine dolusmaya baslayan teselli cumleleri dahi benim ihtiyara karsi duydugum uzuntu ve utancin izlerini kaybettiremiyordu. Tabii vicdanim durur mu, kafamin icindeki dusuncelere birde o eslik etmeye basladi;
---“Ulan hiyar herif,iyi halt yedin..al iste icindeki vicdan azabiyla kivran dur mustahak sana,sanki yanina oturdu da birsey oldu…” ----
Tam bunlardan kurtulmak istercesine gokyuzune baktigim anda alnimin ortasina kocaman bir yagmur damlasi dustu,evet yagmur baslayacakti ve bugun yagmur altinda islanmanin tadina varacak havamda degildim. Hizlica dogruldum ve oturmaktan dolayi yukari cikan pantolunumu asagiya dogru hafifce cektim.Gitmeye hazirdim,cigerlerimi yosunlu deniz kokusuyla doldurduktan sonra arkami dondum ve ellerim cebimde agir adimlarla denizden uzaklasmaya basladim…

                                                                           Kubranur Erdemli

3 Ağustos 2014 Pazar

Savrulan-1

Otobüsten indiğimde saat bazıları için geçti.Bazılarıysa güne daha yeni başlıyordu.Ben de geç saatlere kadar uyanık kalırdım.Geceyle flört ediyormuşum gibi gelirdi ve bundan çok hoşlanırdım.Otobüsten indiğimde ilk işim tuvalete gitmek oldu.Tuvalet şehirler arası otobüs terminalinin belki de en unutulmuş en boktan yerindeydi.Bu işin fıtratında bokluk vardır deyip normal karşıladım.Tuvalet görevlisi de en az o yer kadar unutulmuş biriydi.Ona kendini hatırlatmak isterdim.Ancak tuvalete girmek o an için daha önemli geldi.Bunun küçüçklükten gelen bir alışkanlık olduğunu rahatlıkla diyebilirim size:Dedemin tuvaletle biraz sıkıntısı vardı ,annem de eğer zamanında tuvalete gitmezsem onun gibi olacağımı söylerdi.Özellikle de altıma yaptığım vakitlerde.Sonra bir kuytuda sigaramı yaktım.Utangaçtım ilk sigaramı o gün otobüs mola verdiğinde içmeye karar vermiştim.Birden sanki tüm dünya o sigarayı içmem için ikna etmişti.Nasıl da başım dönmüştü.Tüm o kötüleyici reklamlara tüm o kötü örneklere rağmen onu ağzımın ucuna afillice yerleştirmiştim.Her nefeste hayatımdan dört dakika çaldığımı biliyordum,molada hızlı hızlı içime çektim asi dumanı,başım döndü,vücudum hayret etti,bu oğlana ne oldu kim üzdü yine dedi kendi kendine öksürükçe denilen bir dilde.Ben ona izah ettim bu seferkinin adı Ayça dedim.O da “Şu mesele tamam tamam anladım” dedi yine öksürükten kurulu dil bilgisiyle.Bunlar molada başıma gelen şeylerdi,ben aynısını Ankara’ya dönünce yaktığım sigarada da yaşayacağımı zannediyordum.Vücudum beni şaşırttı bu sefer ne öksürdüm ne de başım döndü.Sadece annem olsa içmemi istemezdi deyip üzüldüm.Metroya bindim biraz bocaladıktan sonra.Metro’da bir kızı gördüm karşımdaydı. Her şeyiyle gerçekti burnu yüzüne orantılı yerleştirilmiş bir kızdı.Ona fark ettirmeden uzun uzun inceleyecektim.Gülüşüne bakacaktım arkadaşlarıyla nasıl sohbet ediyor kızdığında yüzü hangi şekle giriyor ellerini nereye koyması gerektiğini biliyor mu,ben bilemem, hepsini inceleyecektim ama kız Emek durağında indi.Yürüyüşüne baktım bir süre merdivenleri telaşsız çıkıyordu.Elim bir an çantama gitti,içindeki kitaptan birkaç sayfa okuyacaktım,vazgeçtim.Kulaklığımı taktım o anki ruh halime en yakın şarkıyı bir süre aradım.Sonra ön kameradan inceleyip birbirine giren saçlarımla oynadım.Her halim yavandı sanki.Huzursuz ruhlardan biriydim ve diğer huzursuz ruhlar gibi kendime sığınacak bir sıcak yuvaya hasret oradan oraya savruluyordum. Kızılay’a geldiğimde o hayattan soğutan sigaradan bir tane daha içsem mi içmesem mi diye düşündüm.Bir an için en büyük sorunum,hayattaki en önemli kararımı alıyormuşum gibi  geldi.İçi tütün dolu mereti gözümde çok büyütüyordum.İnsanların en kötü anlarında, en çok çöktüğü,bir anda yaşlandığı,tüm kapıların yüzüne kapandığı,dostlarının vefasızlığı ayan beyan olunca ilk yaptığı şey olarak sigara yaktığını uzun zaman önce gözlemlemiştim.Çünkü sigaranın hayatın tadından daha iğrenç olamayacağı anlardı o anlar.Sevinçten sigara yakan andavalları gözardı ettiğimi söylemiyorum,öyle insanlar da vardır.Karşısındakine sıkı sıkı sarılmadan gider bir sigara yakarlar.Benim kitabımda,öyle bir kitap kaldıysa,ya da kitapçığımda ya da en adi broşürümde bile bunun adı aptallık olarak geçer.Eve varmak için çilem bitmemişti.Şimdi de Kızılay’dan otobüse binmiştim.Hiçbir koltuk beni tatmin etmemişti.Saçma bir anda iç güdüsel olarak durdum ve boş, alçak bir koltuğa oturdum.Koltuk diğerlerine göre alçaktaydı. Ne tam olarak tek kişilik kadar dar ne de iki kişilik olacak kadar anlayışlıydı.Benim gibi huzursuz benim gibi içine oturmuştu bazı şeyler ama hala bir kısmı boştu.Benle o kadar uyumluydu ki beni o kadar sevmişti mümkün olsa,hala insanlar ne der duygusundan daha doğrusu korkusundan bir tutam taşımasam tutamaçlarını okşayacak kendisini tavan bağlayan sarı demiri öpecektim.Eğer biraz cesaretim olsaydı:”Şoför Bey bir tur daha at gece uzun.Parası neyse gücümüz yettiğince ödeyelim”diyecektim.Hepsini içime attım.Ne demiri öptüm ne de şoförle konuştum .Bir an şoför nasıl yazılır diye düşündüm.Sonra uyanık uyanık sırıttım belki her şeyim gitmişti ama dil bilgim yerindeydi.Eve geldim internetten yazışmalarımı kontrol ettim.O “Ben olur sandım ama yapamıyorum Raif.” dediğinde nasıl hüzünlendiğim aklıma geldi.Kaç cümle yazıp kaç cümle sildiğimi düşündüm.En son “Beni de bir ana doğurdu,keşke böyle yapmasaydın” yazabilmiştim. Sonrası boşluk,sonrası yollar,sonrası Cola mı Fanta mı diyen bir otobüs muavini,sonrası Ankara,sonrası bu hikaye…
                                                                                                    Emre Gülarman