26 Temmuz 2014 Cumartesi

MUTLULUK

  Küçük bir çocuğun gözlerinde arayın mutluluğu. Bulduğunuzda anlayacaksınız ki onda sizde olmayan çok büyük bir hazine var.

   Bir Ramazan akşamı, karınların tıka basa dolduğu vakitlerde, sokaklar ramazan eğlencelerine koşan insanları ağırlarken, o ayağında aşınmış eski bir terlik ve solmuş bir tişörtle dolaşıyordu. Siz onu yolda görseniz alelade bir sokak çocuğu derdiniz ama bilmediğiniz bir şey var. O sokağın sahibiydi ve çok da varlıklıydı aslında. Belli ki bunun da farkındaydı. Yaşıtlarının ürkek tavırlarına oranla o bir hayli atılgandı. Adeta ev sahipliği yapıyordu yaşadığı sokaktan her geçene. Kimseden korkmadan çekinmeden giriveriyordu insanların arasına. Bazen yoldan geçenlerin muhabbetine dahi eşlik ediyordu kerata. 

 Büyük bir heyecan ve şaşkınlıkla hararetli hararetli konuşan bir kız topluluğunun arasına da böyle girivermişti hanımlar şuan benim kaldırımımı işgal ediyorsunuz der gibi.Kızlar o kadar hararetli konuşuyorlardı ki fark edememişlerdi onu. O bir şeyler söylüyor, kızlar ise hayretlerini tuhaf mimiklerle belli ederek heyecanla aralarından birisini dinliyordu. Evlenecek miymiş?, Wooow! ,Nasıl?, Ne zaman olmuş ayol!, Hayret vallahi! gibi bol ünlemli cümleler arasında kaybolan çocuğu ise kimse umursamıyordu. Nihayet aralarından birisi fark etmiş ve o da sizin gibi alelade bir sokak çocuğu sanıp “Evlat buradan sana iş çıkmaz mesele büyük.” demiş başından savmak istemişti. Onu dinleme tenezzülünde bile bulunmamış bu kız bilmese de onun meselesi aslında daha büyüktü. Karşılarında duran dondurmacı acımasızca gözünün önünde çeşitli oyunlarla müşterilerine rengârenk dondurmaları sunuyor, ona da vermiyordu. Sokak onunsa da dondurma değil ya. Dondurmacı da haklı tabi ona da kızamıyor. Kızılacak tek insan şuan onu dinlemeden başından savmaya çalışan şu kızdı. Canına tak etti artık bir ünlem cümlesi de o kurmalıydı. “Dondurma diyorum dondurma, çocuğum ben!” dedi kaşlarını çatarak. Kız biraz şaşırsa da küçük beyin talebini anlayınca bu isteğini yerine getirme kararı verdi. Doğrusu muhabbetten uzaklaşmak için de harika bir fırsattı. Öfkeyle ona bakan çocuğa yönelerek haklısınız efendim, dondurma mühim mesele çözmek lazım gayet tabi diyerek çocuğun elinden tuttuğu gibi başında fesi, sırtında da bıyıklarıyla uyum içindeki işlemeli yeleği ile müşteri bekleyen dondurmacının karşısında beliriverdi.

  Artık dondurmalar tüm cazibesiyle karşısında duruyor ve kız; Neli istersiniz paşam?  diyerek bir çeşit seçmesini bekliyordu. Hal bu ya bir daha çıkmaz belki böyle fırsat karşısına. Yemişken tüm çeşitlerin tadına bakmak lazım tabi doyasıya. Muzip bir gülümseme ile hepsinden deyiverdi beyimiz. Kız dondurmacıya;  Bu küçük beye bir külah hazırlayıverin tüm çeşitlerden olsun deyince çocuk kıza baktı biraz afallamış bir şekilde. Doğrusu ilk defa biri ona küçük bey diyordu ama gururu da okşanmıştı hani. Bakışları bile değişti beyimizin. Bir anda omuzlar dikleşti kendinden emin evet hepsinde deyiverdi.

 Dondurmacı tekrarlıyor Küçük Bey! Küçük Beye hemen bir dondurma ve klasik dondurma verme oyunları başlıyor. Al bakalım beyim, Aaaa tutsana küçük Bey! . Dondurmacının oyunları ve latifeleri arasında çocuk bir yandan kıza bakarak kıkırdıyor bir yandan dondurmayı tutmaya çalışıyor. Mutluluk işte, bir dondurma karşılığında sarıp sarmalıyor çocuğu. Bu sırada kız, çocuğun gözlerine bakıyor. Kendisinin yıllardır aradığı şey onun göz bebeklerinde.   Kız derin bir iç çekiyor, çocuk nihayet dondurmayı almış kıkırdayarak kıza teşekkür ediyor ve ayrılıyorlar. Çocuk bir yandan dondurmasını yalıyor bir yandan sekerek gözden kayboluyor. Onu uğurlayan kız da arkadaşlarının arasına dönüyor. Muhabbet hiç değişmemiş sadece yüzlerde şaşkınlık değil, sevinç var. Dillerde hala bir sürü soru. Nişan ne zamanmış?, Nerede olmuş? …


 Hayat böyle, Büyük hazineler mütevazi, miniminnacık yerlerde saklıdır, Bazen iki dudağın arasında, bazen bir çift gözde, bazen tüm umutların tükendiği bir anda.Siz onu yıllarca ararsınız o sizi bir sokak ortasında buluverir. Onu bulana selam olsun!
                                                                                   
                                                                      Zeynep Büşra YAVUZ

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Baharı özlüyorum


Bahar çocuğuyum ben. Kışın yaza dönüşünün müjdesini veren; ağaçların yeşerdiği, çimlerin türlü çiçek yapraklarıyla şenlendiği ilk-baharın çocuğu…
İsmimi bile bahar koymuş bana. Doğduğum günden ç-almışım O’ nu. 
Baharı müjdeleyen “Cemre’ nin düşmesi!
Bu sebeple sevmiyorum ne kışı ne de yazı. Onun içindirki ne soğuk bana göre ne de sıcak
Sanırım ben yaprak hışırtısını hırkamla dinlemeyi, sıcacık çayımın içimi ısıtmasını, erguvan kokularının kitap kokularına karışmasını seviyorum…
Haa, kırmızı pabuçlarımı özlüyorum bir de. Ve dedemin beni parka götürmesi için beklediğim 18.00 servisini…
Salıncak sırası beklediğim, terliyken soğuk su içtiğim için azar işittiğim günleri özlüyorum.
Annemle her sabah yeniden vedalaşmayı –ki bu sebeple sevmiyorum vedaları-, ağabeyimle kumanda kavgalarımızı, ailece çıktığımız bayram alış verişlerini…
Ramazanları özlüyorum mesela!
Apartmanda kurulan iftar sofralarını; sahura kadar süren muhabbeti özlüyorum. Babamın cebinde gofretle eve gelişini, iki kardeş yaptığımız koridor maçlarını… Ya da korkudan yaklaşamasam da yanlarına babaannemin ineklerini… 
Üç yaşında ekmek almaya gittiğim günler geride kaldı. Hayal oldu. Elbette Mahmutpaşa’ dan alınan bebeklerim de…
Geri de kaldı!
Acelem varmış gibi büyüdüm. Ne dedem parka götürüyor artık ne de babamın cebinde gofret var. Koridor maçlarımız çoktan hatıra oldu artık. Babaannemin ineklerinin ise yerinde yeller esiyor.
Büyüdüm, büyüdük!
Ne bayramların tadı kaldı ne de eski ramazanların.
Daha büyük vedalarla tanış olduk.
Baharlar eski bahar değil biliyor musunuz; bir sıcak, bir soğuk kimi insanların suratları gibi…
Büyüdüm, büyüdük!
Ah, çocuk gülüşlerim ah! 
Kırmızı pabuçlarım…
Zaten erguvan da kalmadı koklayacak ama neyse ki hala içecek çayımız, okunacak kitaplarımız var.
Buna da şükür değil mi?
                                                                                                         
                                                                                                           Cemre İpekli


19 Temmuz 2014 Cumartesi

Matem

                                                               Gazze'ye


Derin bir matemden haberci kuşlar
Sönmeyen bir ateşi çevrelemiş binlerce pervane
Ateş büyük
Gözler mahkum
İzlemekle yükümlü acılar.
Bir kadın ki mahşer meydanından çıkma
Bir ses, tüm acılara analık ediyor,
Anılarla örülmüş dört duvar içinde
Ateş duvarların peşinde
Hatıralar yanıyor
Acısı kadını inletiyor.
Bir bulut, bir umut
Umut ki yokluğa yarenlik ediyor.
İslenmiş acılar ve yanan bir kadın
Ağlayan seyirciler
İşlenmiş yaralar ve yanan bir kadın
Sessizce dinleyen yürekler
Kesilmiş dilleri
Uçurumdan atılmaya hazır koyunlar.
Ufuk karanlık
Gölgeler karanlık
İçleri karanlık insanlar.
Azrail bugünlerde cankurtaran
Küle bandırılmış bir eski mısra
Kadından arta kalan.
                                                     Zeynep Büşra YAVUZ

17 Temmuz 2014 Perşembe

Kayboldum

                                                     
        

Bir pazar günü, yağmurlar şehirden elini eteğini çekmiş. İlkbahar sıkılmış bizden gitmek ister olmuş. İşte yine öyle bir günde şehrin dar sokaklarından annesiyle geçen bir çocuk. Yolda pazara gitmeden önce annesinin elinin bırakmaması tembihlenmiş. Ayağında kısa pantolonu üzerinde en sevdiği maymunlu t-shirtü. Yaşıtlarının top oynadığı sokaklardan çıkıp telaşeli caddelere giriyorlar. Arada annesinin gözleri vitrinlere dalar gibi oluyor sonra tekrar hedeflerini hatırlayıp ilerliyorlar. Yokuş aşağı iniyorlar. Biraz sonra ellerinde poşetlerle gelenleri görünce rahatlıyor çocuk. Çizgi filmdeki korsanın dediği gibi: “Kara göründü” demek istiyor, pazar tezgahlarındaki muzlara takılınca gözü, korsanın taklidini yapmaktan vazgeçiyor. Annesinin elinden kurtulup yan tezgahtaki şeftalileri yokluyor, kelek olduğunu herkesin bildiği, yeni çıkmış kavunlara elini sürüyor, kavun karpuzcunun yan yan bakışını fark edip çilek kokusu almaya gidiyor. Tezgaha eğilip derin bir nefes alıyor. Bir an duruyor ki annesi yanında yok. Çevresinde mahşeri bir kalabalık. Gidenler, gelenler, para uzatanlar, para üstü bekleyenler… Kaybolduğunu içine pek sindiremese de ayan beyan belli. Bu belki de annesini onuncu sefer kaybedişi. Dokuz sefer bulmuş bu sefer de bulacağından emin. Biraz dolaşıyor, devasa şemsiyelerin altından geçiyor, güneşten gözünü kırpıştırıyor, annesini buluyor. Onu başörtüsünden tanıyor. Kadın arkasını dönüp fasulyeye doğru yönelince annesi olmadığı anlaşılıyor. Zaman aleyhine işliyor, çocuk hızlanıyor, her tezgahın yanından bir daha geçiyor şeftaliler hala sert, kavun hala kelek, kavuncu hala kavuncu. Çilekler biraz ezilmiş gibi. Daha önce görmediği marulları fark ediyor (fark etmek genellikle böyle olur), sanki biraz terlemişler. Şemsiyeler aynı yerlerinde, çocuk hala utancından güneşe bakamıyor. Gözünü aldığından dolayı da olabilir tabi, muhtemeldir. Biraz dolaşıyor, pazarın kıyısındaki orta büyüklükteki iki katlı bir binanın yanından geçiyor. Çok yorulmuş yine de annesini bulamamış. Son gayretiyle biraz daha ilerliyor. Park olma ümidiyle yanıp tutuşan 3 tane bankın çevirdiği yuvarlak çim alanı görüyor. Arkasında hala dolanarak limon satanların sesi geliyor. Banklara bakıyor hepsi dolmuş sadece bir bank boşta sayılır, onda da bir kişilik yer kalmış. Önce oturuyor sonra yanındaki kirli sakallı yaşlı adama yarım yamalak iki sefer bakıyor. Yerde iki poşet var muzlar hafif dışarı çımış. Ezilmesin diye yapılan bir şey bu, çocuk alışkın annesi de böyle yapar hep. Adama son bir kez daha bakıyor. Gözlerini sıkıyor, gözleri bağımsızlığını ilan etmiş en azından demokratik özerkliğini kazanmış, çocuğun sözünü dinlemiyor. Birden hıçkırığı tutuyor. Kendini koy veriyor. İşte ilk defa adamın suratının hepsi gözüküyor. Adam terlemiş, çocuk ondan beter durumda, hem terlemiş hem de ağlamış. İlk defa o zaman ses çıkıyor adamdan: “Ne oldu niye ağlıyorsun yeğen?” Çocuk hıçkırıkla böldüğü üç heceyi adama uzatıyor: “Kayboldum.” Nasıl kayboldun? Diye soruyor adam. Kaybolmak nedir bilmediği çok belli. En son kim bilir ne zaman, nerede kaybolmuş, adam nerede bıraktıysan orada oluyor, çorabının tekiyle özdeş bir hayat yaşıyor. Adamın hayatını nereden biliyorsun diye sorma biliyorum. Adam hafif gülümsüyor: “Aslına bakarsan ben de kayboldum.” diyor. Çocuk gözyaşını siliyor, ağlaması geçmiş, kafası karışmış: “Sen nasıl kayboldun? Yoksa annenin elini mi bıraktın.” diyor. Adam: “Galiba öyle oldu emin değilim.” Çocuk bu işte bir saçmalık olduğunu seziyor ama tam çıkartamıyor. Biraz sonra: “Sen büyüksün ama evinin yolunu bilirsin.” diyor. “Benim evim neresi bilsem adresini hatırlardım. Ama evim neresi yurdum neresi bilmiyorum.” Çocuk kendini bırakıyor yeni arkadaşının derdine derman olma çabasında: “Senin arkadaşın da mı yok ona sor.” diyor. Adam: “Benim her yerde arkadaşım var ama onları hiçbir yerde bulamıyorum.” diyor. Çocuk hafif sırıtıyor ama olayın vehametinin farkında: “O zaman ikimiz de kaybolduk.” diyor.Adam acı acı gülüyor. Buna da gülmek denir mi emin değilim. “Aslında bu dünyada herkes kaybolmuş, herkes evini arıyor diyor. Ellerinde poşetlerle hızlı hızlı yürüyenleri, el arabasında poşet taşıyanları ve onların arkasında hafif hafif yaylananları  gösteriyor. Sonra bu abuk subuk edebiyattan sıkılıyor, çocuğun elinden tutuyor ve pazara sığıntı olmuş zabıta binasına götürüyor. Orada çocuğun ismi anons ediliyor. Annesi elinde poşetlerle tere batmış halde geliyor. Adam terlemek bu ailede ırsi diye düşünüyor, alakası yok tabi bu sıcakta herkes terler. Çocuk gitmeden önce adama bakıyor: “Sen de ismini söyle senin de anneni bulsunlar.” Adam bu cümlenin yarısını duyabiliyor. Ama kafasındaki bazı kelimelerle birleştirip buna yakın bir cümle kuruyor. Annesi çocuğun etlerini buruyor, ben sana evde gösteririm diyor.
Film işte böyle bir şeydi. Sonrasında oğlan büyüyor yazar oluyor filan. Hepsini de ben anlatmayayım. Zamanın varsa 19.30 seansına git izle birader.

                                                                                              Emre Gülarman

14 Temmuz 2014 Pazartesi

NASIL DESEM, NE DESEM?



Bitmesin diye okumadığım kitaplarım, izlemediğim filmlerim ve sıkılmayayım diye dinlemediğim şarkılarım var benim..

Pekala bıkmadan defalarca okuduğum kitaplarım, onlarca kez izlediğim filmlerim ve gün boyu başa sardığım şarkılarımla beraber...

Bize bizi anlatacak eserler lazım. Yüreğimize dokunacak ve içimizde küflenmeye yüz tutmuş yâreleri temizleyecek!

Ve sen kuş olur gidersin de ben sıkılır mıyım okumaktan? Asla! Her defasında aynı yerinden çıkar gözyaşlarım, aynı zamanda, aynı şiddetle...

"Ah anneanne! Çıkış yok ve bu tereke rahmetli dedemden daha eskide.." Bu dizeleri her okuyuşumda nasıl diken diken olmaz...

Aşk Tesadüfleri Sever mesela... Ankara edebiyatından anlamayan ben bile hayran kalıyorum; heykelden kızılaya giden yola...

"Aklım yemin ediyorum haklısın kaç kurtar kendini" bir "firar" daha yazarız nöbet defterine, birkaç ceza daha belki. Belki de sonrası -düşünen adam-. Değer...

Yedi güzel adam! Yazık ki çoğumuz dizisiyle haberdar olsak da şükür ki haberdar olduk. Haberdar oluncaya kadar varlığını bilmediğimiz Erdem Bayazıt affetsin. Cahit Zarifoğlu'na bir özür borçluyuz artık. Diğerlerinden bir helallik almanın vaktidir...

Varlığımızın kıymetini öğretecek, zaman zaman haddimizi bildirecek eserler. Üstad kelamları...

Cemil Meriç!.. Kahverengi kapakları altında renk renk çizikler dolu kitapların sahibi. Hem ne sözler verildi bir Cemil Meriç kitabına sahip olabilmek için; hiç konuşmamak suretiyle susmak gibi....

Şimdi bize bizi anlatanlara hak ettiği değeri vermez isek vay halimize, vebâl!

Hala sıkılmak mı? Sıkılmaktan mı bahsediyoruz? Sizi vicdanlarınızla başbaşa bırakıyorum!

                                                                                                               
                                                                                               Cemre İpekli

13 Temmuz 2014 Pazar

Duramazdım

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
O sıra çocuklara ölüm giydiriyordunuz
Birbirinizi boğazlamakta uzlaşmıştınız
Siz beni duymadınız

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Bazınızın beni duymaması çok normal
Sizler lüks arabalarınızdaydınız
Ben otobüslere dert yanıyordum

Bazılarınız demirden ağaç kovuklarında yaşardı
Yanlarından geçmeye tiksindim
Söylesem dinlemezlerdi,sussam umursamazlardı
Plüton gezegenlikten,onlar insanlıktan atılmıştı

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Ulularınız vardı ve lanet ediyordu devletlerinize
Doğrudur devlet arkasındaydı yoksulun,tükenmişin,zulme uğramışın
Amacı son darbeyi arkadan vurmaktı

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Saka kuşları su içiyordu ürkek ürkek
Karşılaştığım herkes bana heybemi sordu
Heybenin içinde post benim,kokmasın diye tuzlu

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Şehrin yedi kapısındaki yedi bekçi hayret etti
Onlar gitmeyi akıl edememişti
Eğitimi onlara çaylak bir führer veriyodu


Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Ben bunları geçerken söyledim
Dil ile değiştiremediğimde kalp ile buğz ettim
Siz meşguldünüz beni hissetmediniz bile

Öyle bir geçtim ki yanınızdan
Bana geçerken öyle ölümler vaad ettiniz ki
Ağzım açık kaldı,anladım düşmanınız tüm insanlıktı
Yanınızdan bir daha geçmeyeceğim
                                                                                        Emre Gülarman

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İnceden Bir Nasihat

Güvertede bir koku
Çek içine!
İşlesin iliklerine yalnızlık.

Kimsesiz mabetlerde huzur
Sığın ve hisset!
İşlesin iliklerine sonsuzluk.

Şehrin semtlerini gezinsin ayakların
Anla ve hayıflan!
İşlesin iliklerine varlık ve de yokluk.

Yum gözlerini,
Dinle ve ürk!
İşlesin iliklerine ölülerdeki çığlık.

Bak, gör, dinle, hisset!
İşlesin iliklerine kalbi saran boşluk.
Anla, fark et ve anlat!
Dolmaz boşluk, anlaşılmadan ebedi varlık.
                                 
                                                          Zeynep Büşra YAVUZ