Bir pazar günü,
yağmurlar şehirden elini eteğini çekmiş. İlkbahar sıkılmış bizden gitmek ister
olmuş. İşte yine öyle bir günde şehrin dar sokaklarından annesiyle geçen bir
çocuk. Yolda pazara gitmeden önce annesinin elinin bırakmaması tembihlenmiş. Ayağında
kısa pantolonu üzerinde en sevdiği maymunlu t-shirtü. Yaşıtlarının top oynadığı
sokaklardan çıkıp telaşeli caddelere giriyorlar. Arada annesinin gözleri
vitrinlere dalar gibi oluyor sonra tekrar hedeflerini hatırlayıp ilerliyorlar. Yokuş
aşağı iniyorlar. Biraz sonra ellerinde poşetlerle gelenleri görünce rahatlıyor
çocuk. Çizgi filmdeki korsanın dediği gibi: “Kara göründü” demek istiyor, pazar
tezgahlarındaki muzlara takılınca gözü, korsanın taklidini yapmaktan vazgeçiyor.
Annesinin elinden kurtulup yan tezgahtaki şeftalileri yokluyor, kelek olduğunu
herkesin bildiği, yeni çıkmış kavunlara elini sürüyor, kavun karpuzcunun yan
yan bakışını fark edip çilek kokusu almaya gidiyor. Tezgaha eğilip derin bir
nefes alıyor. Bir an duruyor ki annesi yanında yok. Çevresinde mahşeri bir
kalabalık. Gidenler, gelenler, para uzatanlar, para üstü bekleyenler… Kaybolduğunu
içine pek sindiremese de ayan beyan belli. Bu belki de annesini onuncu sefer
kaybedişi. Dokuz sefer bulmuş bu sefer de bulacağından emin. Biraz dolaşıyor, devasa
şemsiyelerin altından geçiyor, güneşten gözünü kırpıştırıyor, annesini buluyor.
Onu başörtüsünden tanıyor. Kadın arkasını dönüp fasulyeye doğru yönelince
annesi olmadığı anlaşılıyor. Zaman aleyhine işliyor, çocuk hızlanıyor, her
tezgahın yanından bir daha geçiyor şeftaliler hala sert, kavun hala kelek, kavuncu
hala kavuncu. Çilekler biraz ezilmiş gibi. Daha önce görmediği marulları fark
ediyor (fark etmek genellikle böyle olur), sanki biraz terlemişler. Şemsiyeler
aynı yerlerinde, çocuk hala utancından güneşe bakamıyor. Gözünü aldığından
dolayı da olabilir tabi, muhtemeldir. Biraz dolaşıyor, pazarın kıyısındaki orta
büyüklükteki iki katlı bir binanın yanından geçiyor. Çok yorulmuş yine de
annesini bulamamış. Son gayretiyle biraz daha ilerliyor. Park olma ümidiyle
yanıp tutuşan 3 tane bankın çevirdiği yuvarlak çim alanı görüyor. Arkasında
hala dolanarak limon satanların sesi geliyor. Banklara bakıyor hepsi dolmuş
sadece bir bank boşta sayılır, onda da bir kişilik yer kalmış. Önce oturuyor
sonra yanındaki kirli sakallı yaşlı adama yarım yamalak iki sefer bakıyor. Yerde
iki poşet var muzlar hafif dışarı çımış. Ezilmesin diye yapılan bir şey bu, çocuk
alışkın annesi de böyle yapar hep. Adama son bir kez daha bakıyor. Gözlerini
sıkıyor, gözleri bağımsızlığını ilan etmiş en azından demokratik özerkliğini
kazanmış, çocuğun sözünü dinlemiyor. Birden hıçkırığı tutuyor. Kendini koy
veriyor. İşte ilk defa adamın suratının hepsi gözüküyor. Adam terlemiş, çocuk
ondan beter durumda, hem terlemiş hem de ağlamış. İlk defa o zaman ses çıkıyor
adamdan: “Ne oldu niye ağlıyorsun yeğen?” Çocuk hıçkırıkla böldüğü üç heceyi
adama uzatıyor: “Kayboldum.” Nasıl kayboldun? Diye soruyor adam. Kaybolmak nedir
bilmediği çok belli. En son kim bilir ne zaman, nerede kaybolmuş, adam nerede
bıraktıysan orada oluyor, çorabının tekiyle özdeş bir hayat yaşıyor. Adamın
hayatını nereden biliyorsun diye sorma biliyorum. Adam hafif gülümsüyor: “Aslına
bakarsan ben de kayboldum.” diyor. Çocuk gözyaşını siliyor, ağlaması geçmiş, kafası
karışmış: “Sen nasıl kayboldun? Yoksa annenin elini mi bıraktın.” diyor. Adam:
“Galiba öyle oldu emin değilim.” Çocuk bu işte bir saçmalık olduğunu seziyor
ama tam çıkartamıyor. Biraz sonra: “Sen büyüksün ama evinin yolunu bilirsin.”
diyor. “Benim evim neresi bilsem adresini hatırlardım. Ama evim neresi yurdum
neresi bilmiyorum.” Çocuk kendini bırakıyor yeni arkadaşının derdine derman
olma çabasında: “Senin arkadaşın da mı yok ona sor.” diyor. Adam: “Benim her
yerde arkadaşım var ama onları hiçbir yerde bulamıyorum.” diyor. Çocuk hafif
sırıtıyor ama olayın vehametinin farkında: “O zaman ikimiz de kaybolduk.” diyor.Adam
acı acı gülüyor. Buna da gülmek denir mi emin değilim. “Aslında bu dünyada
herkes kaybolmuş, herkes evini arıyor diyor. Ellerinde poşetlerle hızlı hızlı
yürüyenleri, el arabasında poşet taşıyanları ve onların arkasında hafif hafif
yaylananları gösteriyor. Sonra bu abuk
subuk edebiyattan sıkılıyor, çocuğun elinden tutuyor ve pazara sığıntı olmuş
zabıta binasına götürüyor. Orada çocuğun ismi anons ediliyor. Annesi elinde
poşetlerle tere batmış halde geliyor. Adam terlemek bu ailede ırsi diye
düşünüyor, alakası yok tabi bu sıcakta herkes terler. Çocuk gitmeden önce adama
bakıyor: “Sen de ismini söyle senin de anneni bulsunlar.” Adam bu cümlenin
yarısını duyabiliyor. Ama kafasındaki bazı kelimelerle birleştirip buna yakın
bir cümle kuruyor. Annesi çocuğun etlerini buruyor, ben sana evde gösteririm
diyor.
Film işte böyle
bir şeydi. Sonrasında oğlan büyüyor yazar oluyor filan. Hepsini de ben
anlatmayayım. Zamanın varsa 19.30 seansına git izle birader.
Emre
Gülarman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder