17 Temmuz 2014 Perşembe

Kayboldum

                                                     
        

Bir pazar günü, yağmurlar şehirden elini eteğini çekmiş. İlkbahar sıkılmış bizden gitmek ister olmuş. İşte yine öyle bir günde şehrin dar sokaklarından annesiyle geçen bir çocuk. Yolda pazara gitmeden önce annesinin elinin bırakmaması tembihlenmiş. Ayağında kısa pantolonu üzerinde en sevdiği maymunlu t-shirtü. Yaşıtlarının top oynadığı sokaklardan çıkıp telaşeli caddelere giriyorlar. Arada annesinin gözleri vitrinlere dalar gibi oluyor sonra tekrar hedeflerini hatırlayıp ilerliyorlar. Yokuş aşağı iniyorlar. Biraz sonra ellerinde poşetlerle gelenleri görünce rahatlıyor çocuk. Çizgi filmdeki korsanın dediği gibi: “Kara göründü” demek istiyor, pazar tezgahlarındaki muzlara takılınca gözü, korsanın taklidini yapmaktan vazgeçiyor. Annesinin elinden kurtulup yan tezgahtaki şeftalileri yokluyor, kelek olduğunu herkesin bildiği, yeni çıkmış kavunlara elini sürüyor, kavun karpuzcunun yan yan bakışını fark edip çilek kokusu almaya gidiyor. Tezgaha eğilip derin bir nefes alıyor. Bir an duruyor ki annesi yanında yok. Çevresinde mahşeri bir kalabalık. Gidenler, gelenler, para uzatanlar, para üstü bekleyenler… Kaybolduğunu içine pek sindiremese de ayan beyan belli. Bu belki de annesini onuncu sefer kaybedişi. Dokuz sefer bulmuş bu sefer de bulacağından emin. Biraz dolaşıyor, devasa şemsiyelerin altından geçiyor, güneşten gözünü kırpıştırıyor, annesini buluyor. Onu başörtüsünden tanıyor. Kadın arkasını dönüp fasulyeye doğru yönelince annesi olmadığı anlaşılıyor. Zaman aleyhine işliyor, çocuk hızlanıyor, her tezgahın yanından bir daha geçiyor şeftaliler hala sert, kavun hala kelek, kavuncu hala kavuncu. Çilekler biraz ezilmiş gibi. Daha önce görmediği marulları fark ediyor (fark etmek genellikle böyle olur), sanki biraz terlemişler. Şemsiyeler aynı yerlerinde, çocuk hala utancından güneşe bakamıyor. Gözünü aldığından dolayı da olabilir tabi, muhtemeldir. Biraz dolaşıyor, pazarın kıyısındaki orta büyüklükteki iki katlı bir binanın yanından geçiyor. Çok yorulmuş yine de annesini bulamamış. Son gayretiyle biraz daha ilerliyor. Park olma ümidiyle yanıp tutuşan 3 tane bankın çevirdiği yuvarlak çim alanı görüyor. Arkasında hala dolanarak limon satanların sesi geliyor. Banklara bakıyor hepsi dolmuş sadece bir bank boşta sayılır, onda da bir kişilik yer kalmış. Önce oturuyor sonra yanındaki kirli sakallı yaşlı adama yarım yamalak iki sefer bakıyor. Yerde iki poşet var muzlar hafif dışarı çımış. Ezilmesin diye yapılan bir şey bu, çocuk alışkın annesi de böyle yapar hep. Adama son bir kez daha bakıyor. Gözlerini sıkıyor, gözleri bağımsızlığını ilan etmiş en azından demokratik özerkliğini kazanmış, çocuğun sözünü dinlemiyor. Birden hıçkırığı tutuyor. Kendini koy veriyor. İşte ilk defa adamın suratının hepsi gözüküyor. Adam terlemiş, çocuk ondan beter durumda, hem terlemiş hem de ağlamış. İlk defa o zaman ses çıkıyor adamdan: “Ne oldu niye ağlıyorsun yeğen?” Çocuk hıçkırıkla böldüğü üç heceyi adama uzatıyor: “Kayboldum.” Nasıl kayboldun? Diye soruyor adam. Kaybolmak nedir bilmediği çok belli. En son kim bilir ne zaman, nerede kaybolmuş, adam nerede bıraktıysan orada oluyor, çorabının tekiyle özdeş bir hayat yaşıyor. Adamın hayatını nereden biliyorsun diye sorma biliyorum. Adam hafif gülümsüyor: “Aslına bakarsan ben de kayboldum.” diyor. Çocuk gözyaşını siliyor, ağlaması geçmiş, kafası karışmış: “Sen nasıl kayboldun? Yoksa annenin elini mi bıraktın.” diyor. Adam: “Galiba öyle oldu emin değilim.” Çocuk bu işte bir saçmalık olduğunu seziyor ama tam çıkartamıyor. Biraz sonra: “Sen büyüksün ama evinin yolunu bilirsin.” diyor. “Benim evim neresi bilsem adresini hatırlardım. Ama evim neresi yurdum neresi bilmiyorum.” Çocuk kendini bırakıyor yeni arkadaşının derdine derman olma çabasında: “Senin arkadaşın da mı yok ona sor.” diyor. Adam: “Benim her yerde arkadaşım var ama onları hiçbir yerde bulamıyorum.” diyor. Çocuk hafif sırıtıyor ama olayın vehametinin farkında: “O zaman ikimiz de kaybolduk.” diyor.Adam acı acı gülüyor. Buna da gülmek denir mi emin değilim. “Aslında bu dünyada herkes kaybolmuş, herkes evini arıyor diyor. Ellerinde poşetlerle hızlı hızlı yürüyenleri, el arabasında poşet taşıyanları ve onların arkasında hafif hafif yaylananları  gösteriyor. Sonra bu abuk subuk edebiyattan sıkılıyor, çocuğun elinden tutuyor ve pazara sığıntı olmuş zabıta binasına götürüyor. Orada çocuğun ismi anons ediliyor. Annesi elinde poşetlerle tere batmış halde geliyor. Adam terlemek bu ailede ırsi diye düşünüyor, alakası yok tabi bu sıcakta herkes terler. Çocuk gitmeden önce adama bakıyor: “Sen de ismini söyle senin de anneni bulsunlar.” Adam bu cümlenin yarısını duyabiliyor. Ama kafasındaki bazı kelimelerle birleştirip buna yakın bir cümle kuruyor. Annesi çocuğun etlerini buruyor, ben sana evde gösteririm diyor.
Film işte böyle bir şeydi. Sonrasında oğlan büyüyor yazar oluyor filan. Hepsini de ben anlatmayayım. Zamanın varsa 19.30 seansına git izle birader.

                                                                                              Emre Gülarman

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder