28 Aralık 2014 Pazar

Kişiliğimi Kaybettim Bulan Var Mı?


Her çağın kendine has özellikler taşıması ve bu özelliklere göre adlandırılması sanırım edebiyatçıların,felsefecilerin ya da politikacıların işini kolaylaştırdığından olsa gerek,hadi şu yüzyıla da şu ismi verelim deyip,21. Yüzyılı da ‘Dijital Çağ’ olarak adlandırmaya başladılar.

Bu çağın benim için önemini soracak olursanız; ‘Mezar taşımda yazacak ölüm tarihimin ilk iki rakamını biliyor olmam’ derdim.İşin şaka boyutu bir yana,Twitter,Tumblr,Pinterest,Instagram,Facebook kullanan biri olarak çok dijital bir çağda yaşadığımızı söyleyebiliriz,pek akıllı telefonlarımız ve tabletlerimiz sayesinde.

Lakin bu dijital dünya herkesi öyle özgürleştirdi ki,herkes çok sorumsuz ve çok niteliksiz bir kişiliğe bürünmeye başladı.İnsanlar hızla sosyal ağlar da en çok beğenilen insan olmak için kendi kişilikleriyle değil onların kişilikleriyle yaşamaya başladılar. Özellikle de genç insanlar,bir şey olmaktan çok,ünlü olmak için kişiliklerini zihinlerinin en üst rafına kaldırdılar. Ne yazık ki,bu iletişim özgürlüğü edepsizlik ve hayasızlık özgürlüğüne dönüştü. Her yediği yemeği  ve giydiğini instagram da paylaşan,her gittiği yeri FourSquare de check-in yapan,her yaptığını Twitter a yazan,kısacası dünü-bugünü-yarını tek tip olan insan modeli ortaya çıktı.

İşin daha vahim yanı ise,sanal ortamlarda doğru ya da yanlış olduğu tartışılmaksızın paylaşılan haberler,fotoğraflar,düşünceler adeta kocaman bir bilgi kirliliğine yol açtı ve bu sebepten olacak ki,insanlar sadece ‘popüler’ olan yani en fazla ‘like’ alan bilgiye inanır oldular. Ve artık bazı ideolojiler klişeleşirken,bazı kavramlar ideolojileştirilmeye başlandı mesela;’nostaljik bir Osmanlıcılık’, ‘muhafazakarlık’ gibi.

Olayların sadece romantiklik boyutunu alıp,onların hangi kavram ve ideolojilerden geldiğini adeta boşverdik. Olup biteni çok konuştuk,ama olması gerekeni hiç konuşmadık. Yani kısacası dijital çağ diye adlandırdığımız 21.yüzyıl kişiliklerimizin en fazla kaybolduğu,zihinlerimizin en fazla fosilleştiği ve kültürler olarak en çok sömürüldüğümüz bir çağ olarak insanlık tarihin en yüz karası çağı olmaya hak kazandı.

Kişiliklerini kaybeden,aynılaşmaya başlayan insanlar olarak şu soruyu Facebookta durum güncellemesi olarak paylaşmalıyız ‘Kişiliğimi kaybettim bulan var mı?


  
                                                                                  K.Erdemli

Amansız Kargaşa ve Kaşarlı Tostlar


Mayt,bakteri hatta ölü deriler
Sevdalarımız hiç hijyenik değil ve gönlümüzden çıkmayan lekeler
Seni anlamak için okuduğum yönergeler
Hepsi mario ol prensesi kurtar diyor
Rabbülalemin’e sormaya korkuyorum
O bizden  hijyenik sevdalar bekler.

Enflasyon ya da lastik ayakkabı
Sevdaya dahil mi bilmediğim onca şey
 Biraz Cemal Süreya biraz Turgut Uyar
Bilmediğim sokaklar ve içine düştüğüm onca tuzak

Parmaklarımla sayabildiğimi hissediyorken
Ne dolu ne boş bu şehrin içi
Boş bardaklar görüyorum hiç biri taşmıyor
Ne yönden bakarsan bak hüzün  üç boyutlu gözüküyor

Karakter testleri gibi gözümün içine bakıyor
ve açığımı arayan onca dost
Biri yiyor ve kıyamet kopuyor
Sevgilim senin bu şiirde işin ne
Seni zihin okyanuslarımda boğacak bir gemi bekliyor
                                                                                                Gülarman.

21 Aralık 2014 Pazar

Bastığı Yerde Ot Bitmeyen İnsan: Cahil


Bir şeyi ilk kez görme hakkın tektir, bir kez kayıtlarına geçti mi, artık geri dönüşü yoktur. Bu yüzden ilk bakışa paha biçilemez. Bu yüzden ilk kez geldiğim Almanya’nın bu eski başkentinde ilk kez tecrübe edeceğim her an çok değerli, zira yarınlarda hiçbir şey ilk anki gibi olmayacak, duygu çöplüğü baktığım her yeri gölgeleyecek.

Do
ğa ve çocuk sevgisi anneannemden, gezgin ruh anneannemin annesinden miras kalmış bana. Algıda seçiciyim, kuş ve çocuk seslerini, rengarenk çiçekleri ve yeşilin binbir tonunu hiç affetmem baktığım her yerde seçerim. Baktığım yerde bütün bunlardan en az birini görmem, içimdeki kelebekleri uçuşa geçirmeye yeter de artarken, birden fazlasını görüyorsam eğer kelebekler çılgına döner, içimden taşar, uçar, coşar. 

Buraya geldi
ğimden beri tüm kelebeklerim çılgına dönmüş durumda. Perdelerimi kapatmıyorum uyurken, ki sabah uyandığımda ilk gördüğüm bana gülümseyen ağacımın yaprakları olsun. Ağaç dedimse, sanmayın ki şehre uzak kırlık bir alandayım, bilakis şehir meydanına on dakika yürüme mesafesindeyim. Ağaç dedimse, sanmayın ki kolum kadar gövdesi olan yeni yetme vir fidan, bilakis dedem yaşında, yaprakları göğe dokunan devasa, bilge ağaçlar. Arızalı ayaklarıma rağmen geldiğimden beri hemen her gün yürüyüşe çıkıyorum, ki yeşilin binbir tonunda ruhum dinlensin. Yürüyüş yaparken telefonuma değil etrafıma bakıyorum, ki babası koşarken yanında bisikletiyle veya önünde özel pusetinde veya koşuda babasına eşlik eden sarı-mavi çocukları görebileyim. 

Ya
şadığın yer önemlidir, zamanla etkileşirsin. Şehirleşme, ciddi bir iştir; fark etmezsin, ruhuna sirayet eder. Seni sen yapan en önemli unsurlardan biridir. ''Türkiye'de şehir yok. Bizim bir ülkemiz var ama şehrimiz yok. Şehir dediğin şey şöyledir, kaldırımlar olur bir şehirde, bizde kaldırımlar yoktur. Bir şehirde eğer kaldırım yoksa, o şehirde insanın değeri yoktur. Kaldırımın olmaması demek şu demektir; bizim ülkemizde en kıymetli insan, evliyasından sanatçısından filozofuna kadar külüstür bir araba kadar bile değerli değildir. Parklarımız yok. Park dediğin şey şudur; 50 dönüm olur ve şehirde üç tane olur, bazısı 75 dönüm bazısı 100 dönüm olur. Park şu işe yarar; çocukların koşar. Şu anda biz koşamayarak büyümüş çocukların çıldırdığı bir ülkede yaşıyoruz.'' derken fikir sahibi ne demek istiyordu, şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çorum’da geçen kendi çocukluğumu hatırlıyorum, grilerle dolu. Bisikletime binecek yer bulamaz, okul bahçelerindeki küçücük alanlara tıkılıp kalırdım. Toprak, ağaç, yaprak, çiçek; bunlar hep grilerin, egzoz dumanlarının arasında renklerini kaybetmiş, solmuş, sönmüş küçük ayrıntılar...

İster istemez kıyaslama yapıyor, imreniyorum. Bir profesyonel değilim, bilmiyorum, ama belki de mesele çok sevdiğim dostumun söylediği gibidir: ''Onlar sıfırdan o noktaya geliyorlar, biz orada gelişeni alıp monte etmeye çalışıyoruz.'' Neden bizim şehir merkezlerimizde yaşlı, bilge ağaçlarımız yok? Neden her baktığım yer yeni yetme fidanlarla dolu? Anadolu ot bitmez çorak bir yer miydi bizden once? Hayır, bizim bastığımız yerde ot bitmiyor. Biz oturup kendi şehrimize, kendi dokumuza ve kültürümüze en uygun olanı araştırmak, bulmak, seçmek, icabında icat etmek yerine, uygarlık, gelişmişlik, şehirleşme adına dokuları bizimle uyuşmayan bambaşka bir yerden bir parça alıp şehrin metobolizmasının kabul etmesini bekliyoruz. Üstelik de bunu yaparken malesef çoğu zaman bin yıllık tarihi, kültürel miraslarımızı harap ederek şehrin çoktan hazmettiği bir yapıyı ondan koparıp alıyoruz. Evet, ben bir profesyonel değilim, bilmiyorum gerçek şehirlere sahip olabilmemiz için nereden ve nasıl başlamalıyız, ama bir yerden başlamak için çok ciddi sebeplerimiz var, biliyorum. 

                                                                                                    Merve Ayvaz



17 Aralık 2014 Çarşamba

1 DAKİKALIK DÜŞÜNME HAKKI

Yaşadığımız dünya çok farklı yerlere giderken bizler durup olduğumuz yerde kalmıyoruz elbet. Binmişiz bir alamete gidiyoruz bakalım kıyamete doğru..

Sonumuz; hayrola...

Ortası olmayan bir topun üzerindeyiz. Gülenin gözünden yaş akmamış, ağlayanın yüzünde tek kere tesebbüsüm çizgisi görülmemiş.

Kimi elindeki cep telefonunu, arabayı, evi beğenmezken; kimi akşam eve ekmek götürmek derdinde... Şairin de dediği gibi; biri ekmek götürememiş evine, birisi aşk."

Git giden kutuplaşan dünyada anlıyoruz ki çekim kuvvetimizi kaybetmişiz. Ne yangın ne deprem ne savaşa ve ne ölüm bizi bir araya getiremiyor. Ne yazık ki aynı acıya yan yana ağlayamıyoruz, görünmez çizgilerimizi bir adım geçince 'kıyamet'..

Tahammül ve tahayyülü kaybettiğimiz güzel dünyamız. Tamam demeyi unuttuğumuz bir, bir günaydını çok gördüğümüz ve fakat okkalısından küfre sahip et yığınlarının insan olarak adlandırıldığı, merhametin adının dahi unutulduğu güzel dünyamız.

Güzel...

Evet çok güzel... Bütün bunlara sebep olan dünya değil salt insanlar. Sadece.. Neden düşündüğümüzü bilmeden, hatta çoğu kez neyi düşündüğünü dahi unutup...

Sözüm ona hayvan hakları uzmanın verdiği konferansta kedilerin öneminden bahsedip, ardından kısırlaştırılmaları bunun sokak kedileri için tek çözüm olduğunu söylüyor...

Kabus!...

Hayvanlar arasında bile 'kast' artık... Ev kedileri temiz ve karınları tok bu sebeple onlar yaşamalılar, sokak kedileri ise fazlalık. Koca dünyada 3-5 kedilik yer yok çünkü. Dünyada var fakat kalplerimiz taş kesmiş artık, vicdanlarda yok.

Hayır sadece kediler değil çocuklar arasında bile... En son ne zaman sokakta oynayan bir göçmen çocuğun saçlarını okşadınız? Ya da kendi çocuklarınızın onlarla oynamasına izin verdiniz? Yoksa sadece bitten mi korktunuz?

Allah'ım bu nasıl bir karabasan bir an evvel uyansak bu uykudan..

Çocukların bile arasında uçurum.

Tehlike yamacımızda dünya bir yana iki sokak arasında milyon fark...

Biri hayattın ciddiyetinden ezilmiş, biri dönen bir topun üzerinde ne kadar ciddi olabilirim diyen iki genç.

"Hayat bir gün; o da bugün" anlayışının tırmanıp, kitap okumanın ayıplandığı bir evren. Bu kadar zıt...

Evet dünyanın çekim gücü bile bizi birleştirmeye yetmiyor artık. Zaman belki dibe batıp çıkma belki de battığımız bataklığa saplanma vakti..

Son soru "her koyun kendi bacağından asılır fakat kokusu.." Evet kokusu ne olur?
     
                                                                                                             Cemre İPEKLİ

12 Aralık 2014 Cuma

"O"

Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.
Asil bir direnişin kahramanları,
Ketum, inatçı rüzgarlara misilleme yaparak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Bir kırmızı, bir beyaz, bir, iki, üç…
Yaprak yaprak dökülen günlerde,
İnatla, solmuş tüm renklere bütün ışıltısıyla rengarenk
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

 Yapraklarında umudu gizleyen,
Polenlerinde pul pul analık besleyen
Tüm boşvermişliklere isyan bayrağı kaldırarak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Yeşile gözlerini yumanlara,
Omurgasını her işte bükenlere
Nuru ateşte bulanlara diken batırarak
Hazan mevsiminde doğdu bu çiçekler.

Bu bir gül, bir tomurcuk!
Kızılında baharı anlatan,
Kokusunda ubudiyeti hissettiren
Bu bir gül, bir tomurcuk; hazan mevsiminde filizlenen.

                                          Zeynep Büşra Yavuz

8 Aralık 2014 Pazartesi

Son Çare


            Hep bir umutlar silsilesi değil mi ki zaman, kimine göre gerçek kimine göre hayal olan. Hayat elbette ki kaderin bir tezahürü lakin Mevlana hazretlerinin de söylediği gibi, kader yolun tamamını değil sadece yol ayrımlarını verir. Güzergâh bellidir ama tüm dönemeç ve sapaklar yolcuya aittir. Öyleyse ne hayatının hâkimisin, ne de hayat karşısında çaresizsin.

Sisli bir İstanbul sabahında koşuşturmaca hâkim. Çocuklar, gençler, yaşlılar, türlü türlü umutlarla ve bir o kadar kaygıyla yola koyulmuş. Kasım ayının o sert soğuklarına inat yine kalabalık bir İstanbul sabahı. Balık ekmekçilerde akşamdan kalmış birkaç parça için Eminönü’ne doğru martılar birbiriyle yarışırken, kalabalık da otobüslere, tramvaya, metrobüse doğru telaşla ilerliyor.

Tarihin eskitemediği yollar yine tam mesaide ve yine muzdarip üzerlerindeki motor seslerinden. Taksim Tarlabaşı yolu da o yollardan sadece biri ve şimdilerde umudunu kaybetmemiş ya da kaybetmemekten başka çaresi olmayan savaş mağduru Suriyeli çocukların hayata tutunmaya çalıştıkları son dal, son umut kapısı olmuş.
            
            Kimi bir gecekondudan kimi bir harabeden, ağzına bir lokma almadan gün ışığıyla birlikte, 'belki bir kaç kuruş verir birisi ' umuduyla, soğuğa aldırış etmeden yolun iki yanına, Tarlabaşı’ nın o dar sokaklarından çıkmaya başladılar. Kaçımız aç kaldık ki, kaçımız bu denli çaresiz kaldık?  Bir çift ayakkabı onlar için oldukça lüks. Çoğunda terlik var, kimi de yalın ayak. Sis yavaş yavaş kaybolmak istese de egzoz dumanı bırakmıyor yakasını. Boğaziçi’nden arada ılık bir esinti gelse de beton çok soğuk…
              
            Dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, kaldırımda yavaş adımlarla ilerlerken gelen geçenle göz teması kuruyor sadece, o biraz şanslı diğerlerine göre, ayakkabıları var, elinden geldiğince çabalıyor belki bir kaç kuruş verir birisi. Ara sıra üç- beş kuruş bir şeyler veren olsa da kimse umursamıyor. Eskimiş bir hırka var üzerinde ama nafile. Soğuk minik ellerini çoktan uyuşturmuş. Yolun iki yanındaki dükkânlara alınmayacağının da bilincinde, kim bilir kaç kere azar işitti onlardan, ama acının ırkı, dili, mezhebi; insanlığın rengi olmaz. Çaresiz gözlerle etrafa bakıyor. Yolda uzun bir kuyruk oluşturmuş kırmızı ışıkta bekleyen arabalar ve hemen dibinde bir halk otobüsü. Çocuk yeşil ışığın birkaç saniyesi kaldığına aldırış etmeden uyuşmuş ellerini üç beş kuruşa yeniden açabilme umuduyla çareyi hemen dibindeki otobüsün egzozunda buluyor. Son bir umut, son bir çare.
            
            Egzoz dumanıyla ısınmak… Kaçımızın son umudu oldu ki, kaçımızın son umudu böyle oldu ki diye düşünüyor insan. Sahip olamadıklarımıza isyan ettiğimiz kadar, sahip olduklarımıza şükrettik mi hiç diye sorgulamadan geçemiyor insan. Acaba o an sadece bir fotoğraf karesi mi yoksa bir insanlık dramının hülasası, zulmün acı bir tasviri olarak mı insanlığın zihnine kazındı, sormadan geçemiyor insan zerre insanlık kalmışsa, vesselam.

                                                                                     Nurullah AKTÜRK